Evler, evler, evler… İçinde neler yaşanır neler…
Evlenmeden önce kardeşlerle paylaşılan odalar, dolaplar, çekmeceler. Ailece yenilen yemekler, özel kutlamalar, doğum günleri, bayramlar, misafir ağırlamalar. Kısa tatiller, uzun tatiller. Sonra “Hem ağlarım, hem giderim” misali, aileden ve evden uzaklaşmalar.
Önceleri tahsil için, lisan öğrenmek için, arkadaşlarla yapılacak tatil için, çalışmak için ama en önemlisi de, evlenmek için.
Müstesna hayatların dışında, doğduğumuz günden beri çoook uzun seneler beraber yaşadığımız ailemizden kopup, onlardan uzak veya yakın ayrılmalar; bu bir karşı daire de olabilir, bir sokak ötesi de olabilir, dünyanın bir ucu da olabilir.
İster mutlu bir ortamda, ister mutsuz bir ortamda geçen uzun bir dönemden sonra en çok özlenen, istenen, hayalleri kurulan, esas da ise büyük ihtimalle aşk la birlikte özgürlük temasına dayalı o büyük istek, en doğal istek, insanın kendi hayatını kendi yuvasında kurması…
Balayı tatili, maddi yönden ve zaman yönünden hep ölçülüdür ve de malumunuz işte, nereye giderseniz gidin sonuçta evinize dönersiniz. Kısıtlı balayı tatili aslında evinize geldiğinizde sizi daha bir rahatlatır. Kendi evinizde istediğiniz kadar sevişirsiniz özgürce; eş sizin eşiniz, hormonlar sizin hormonlarınız, ev sizin eviniz, kime ne?…
Evinizde istediğiniz kadar kavga edersiniz; efendice, buz gibi soğuk, fazla sıcak soslu küfür ve hakaret, mesafeli ama dişler sıkılarak, tırnaklar gösterilerek, parmağım gözüne tehditler savrularak; sonuçta efendiiim gelsin küsmeler, sitemler, kavgalar. Kavga ederken ortama katkıda bulunan fırlatılan tabaklar, bardaklar, vazolar, 7.0 şiddetindeki depremle eş sarsıntıdaki kapı çarpmalar… Zarar sizin ziyan sizin, yarılan kafa, moraran göz, patlayan kaş sizin, kırılan kalp sizin, kime ne?…
Ev işleriniz size kalmış, birikince altından kalkamayan sizsiniz; ister pasaklı, ister titiz olursunuz. Varsa gümüşlerinizi ister ovarsınız ister ovmazsınız. Kütüphanenize, koleksiyonlarınıza ister bakar, ister bakmazsınız. Bahçenizdeki veya balkonunuzdaki çiçeklerinizi ister sular, ister sulamazsınız; kime ne?
Sonra çocuklar olur efendim, çocuklarınız olur... olur olur; ister bir tane olsun, ister beş tane ama unutmayın, bir çocuk dahi, kaç kişinin emeğine bedeldir! Tabii ki onlar büyürlerken efendim, çoook tatlı anlar yaşatırlar bizlere çoook; ama yaşatılanlar unutmayın hep artıyla eksidir. Dolayısıyla çocuklar büyürken siz sevecen, şefkatli, fedakar, duygusal olabilirsiniz; tabii asabi, öfkeli, agresif hatta beş kardeşi gösteren tehditkar veya cennetten çıkmanın an meselesi girdabına kapılıverecekmiş gibi de olabilirsiniz ama en önemlisi, daha anne karnına düştüklerinden itibaren, hiç yakanızı bırakmayacak bir duygunun esiri olursunuz. Bu duygunun ismi endişedir efendim. Endişe…
Daha sonra onlar hızla büyürken, duygusallığınız da had safhaya varır; birde bakarsınız ki siz menopoza, eşiniz ise andropoza girivermişsiniz. Bu durumda, isteseniz de istemeseniz de sizi, yoğun bir uyku hali ve de yorgunluk basar; artı, mahmurluk sarar sarmalar pufuduk yorganlar gibi; uyku hali ve isteği seks isteğinizi sollar. Kaldı ki, kırk yıllık evliliğinizde, artık haliyle eşinizden de baymışınızdır. Eşinize dünyalar güzeli, size de dünya yakışıklısı gelse, üstelik de diz çöküp yalvar yakar yapsa, ne yazar…iyi de bundan kime ne?
Haydi, buyurun bakalım, bu yaşlılık da neyin nesi şimdi; hem hep o gördüğümüz yaşlılar yaşlıdır, onlar öyle oldu diye şimdi siz de mi???… Neyse efendim neyse, bu konuyu hızlı geçelim; almayalım.
Tabii efendim tabii ki…evlilik vaaar, evlilik var. Anlaşıyorsanız eğer, kırk yıllık evliliğiniz size, çok yoğun saygı ve sevgi getirir ve adeta birbirinizin çocuğu gibi olursunuz; bu da sizde alışkanlık ve bağımlılık yaratır. Eşinizle siz, sonsuz güven içinde, taş gibi sağlam oluşunuzdan dolayı, birbirinizle her bakımdan gurur duyarsınız. Yüzünüz, gözleriniz mutluluktan ışık saçar; e sonuçta bir elin nesi var, iki elin sesi var olursunuz…Pencere kenarındaki rahat koltuğunuzda beraberce içtiğiniz köpüklü kahvenin tadını, televizyonun karşısında omuz omuza izlediğiniz filmlerin heyecanını, atıştırdığınız kurabiyelerin yanında içtiğiniz çayın tadını hiçbir yerde bulamazsınız sanki…Tam da filmin ortasında elinizde yarısı içilmiş çayla uyuya kalıverirseniz…Kalır kalırsınız efendim…kime ne?
Çocuklarınız bir zamanlar sizin de yaptığınız gibi, çoktan evden uzaklaşmışlar, kendi evlerinde kendi hayatlarını kurmuşlardır. Arada size ziyarete geldiklerinde artık yalnız değillerdir; onlar da artık bir ailedir. Siz daha ne olduğunu anlamadan birde bakarsınız açtığınız kapıdan içeriye arka arkaya geliverirler. Onlar damatlar, gelinler, torunlardır; üstelik beraberlerinde getirdikleri kedileri, köpekleri, kuşları vardır; hatta kavanozda balıklarıyla, kaplumbağalarıyla gelirler. O sessiz sakin evinize bomba düşmüş gibi filan olur. Üç günde didişip yaptığınız caanım yemekler, bir öğünde bitiverir; birazcık kalanları da “Sandviç yaparım, torunlar yer” demeye falan kalmadan, gelinler onları kedi ve köpeklerine verirler. Size bir hafta sonu diye iki geceliğine gelmeleri, onlar gittiklerinde bir hafta belinizi doğrultamamanızla eşdeğerdir. Nevresimler, çarşaflar, havlular, masa örtüleri dağ taş yığılı çamaşır oluverir. Sırf ayrılık gününün son kahvaltı sofrasından dahi çıkan bulaşık kaplar, üç kerede bulaşık makinesini doldurur. Kırılan sandalye ayakları, karalanan duvarlar, yağlı ellerle tutulan kapı ve pencerelerdeki el izleri, bahçede devrilen saksılar, ezilen çiçekler… Eh bütün bunlar bazılarınız için kâbus olabilir; olabilir yani, gayet normal ama inanın bazılarınız için de bütün bunlar müthiş mutluluk duygusu verebilir!
Onlar gittiğinde birden boşlukta kalırsınız, birden dünyanız sessizleşir ve sanki onların sesleri duvarlarınızda öylece asılı kalmıştır. Daha birkaç dakika önce size sarılmaları, durmadan teşekkür etmeleri, sevgi sözcükleri, kahkahaları, koltuklarınıza, perdelerinize, yalnızlığınıza sinmiş kokularıyla evinizde öylece kalmıştır. Henüz onlar gideli bir çeyrek saat bile olmamıştır ama özlem duygusu yakanıza yapışmıştır bile. Onlara el sallayıp yolcu ettikten sonra eşinizle birbirinize hüzünle bakarsınız; bu yoğun duyguyu biraz dağıtmak için etrafınıza bakınıp işe nereden başlasam diye düşünürken, artan ağrılarınız ve sızılarınız yüzünden sık sık mola verip dinlenirsiniz, çay içer kalan kurabiyelerden atıştırırsınız. Genç olsanız bir günde yapacağınız işi siz öyle böyle bir haftada ancak toparlarsınız. Evet ama ev sizin, bahçe sizin, dağınıklık sizin, özlem sizin kime ne?
Arada kalbiniz tekler, yorulunca renginiz gider,gözleriniz kararır, kulaklarınız uğultuyla dolar; böyle anlarda eşinizle birbirinize bakarsınız ve omuz silkelersiniz “Adaaam sen de, gittiği yere kadar” dersiniz, muzip ve hınzırca bir gülüşle içeriye el ele girersiniz. Sağlık sizin, can sizin, ömür sizin, kime ne?…
Yıllardır belirlenmiş günlerde gelen temizlikçi kadın nedense, çocuklarınızın kalabalık gelip kaldığı o iki günden sonra, hep önemli bir mazeret bulur ve gelemez ama bir hafta sonra, siz işlerinizi iyi kötü yapıp, evi toparladığınızda nihayet gelir. Eh bu da onun taktiği işte ne yaparsınız, buna da şükür dersiniz, siz de ona acı sürprizinizi yapar biriktirdiğiniz dağ taş ütü işini verirsiniz; böylece hiç olmazsa bu sefer erkenden kaçıp gitmesini önlemiş olursunuz.
Öyle veya böyle, ıhlıya mıhlıya işler nasıl olsa yapılır, mühim olan çok çok çok sevdiğiniz en yakınlarınızın giderken sizde bıraktıkları iki günlük sevgi dolu sohbet, neşe ve heyecandır.
Akşam olup da can yoldaşınız eşinizle yorgun argın yatağınıza girdiğinizde, yüreğinize şimdiden çökmüş yoğun hasretlikle uyursunuz; onlar sizin canlarınız, ciğerleriniz, her şeyinizdir; siz evinizde bu kadar mutluyken yaşlanmışsınız, kime ne?
|