Evde oturmuş televizyondaki haberleri izlemekteyken kapı zili çaldı. Gelen apartman görevlisiydi. Binamızdaki yaşlı komşumun bir ricası varmış benden. Yaşlı dedimse seksenlerinde ama demir kapı gibi sağlam maşallah. Dairesine gittiğimde bana ayaküstü gece çok rahatsızlandığını anlattı; bu yüzden bu gün sokağa çıkmasının imkansız olduğunu söyledi ve elime tutuşturduğu bir kağıtla birlikte yine bin bir ricayla, özürle gönderdi beni evime.
Münevver teyze öl dese ölürüm ben; var elbet sebepleri! Onun bana olan emekleri boyumu aşar…Tez giyindim, attım kendimi sokağa. Birkaç durak ötedeki poliklinikten onun tahlil sonuçlarını alacağım. Henüz vakit var, ben de biraz yürümüş olurum caddeye kadar; oradan sarı dolmuşlara binerim Kadıköy yapan diye düşünüyorum. Sonbahar mevsiminde olmamıza rağmen hava yağışlı ve oldukça soğuk. Çevrede “Park ve Bahçeler Müdürlüğü” nün araçlarıyla çalışanları var. Yol üstündeki ağaçları buduyorlar. Nereden nereye, aklıma ilkokul öğretmenimizin sözü geliyor. “Ağaçlara, bitkilere zarar vermeyin, kesip kırmayın, onların da canı var; ağlarlar sanki kesildiklerinde, su sızdırırlar kesilen yerlerinden” diyen. Elimde olmadan budanan ağaçların kesilmiş yerlerine bakıyorum, henüz kararmamış o beyazlıktan su sızıyor mu, ağaçlar ağlıyor mu diye. Canım öğretmenimin “Aynı zaman da aile dostumuzdu kendisi” biz çocuklara duygusallık aşılayıp, doğruyu öğretmesinin izleri tebessüm oluyor gönlümde. Daha nice güzel öğretiler, nice nice…”Açık kalmış çeşme, musluk görünce kapatacağız, hayvanlara zulmetmeyeceğiz, yere çöp atmayacağız, kapımızın önünü de temiz tutacağız, yaşlılara, kimsesizlere, fakir fukaraya yardım edeceğiz”… Hep insanın kendisinden başkasına da yönelik öğretiler. Bu yaşımda dahi yüreğimde mührü kalmış öğretiler…
Yoluma devam ediyorum hiç acelesiz, zira yürüyüşte hızlandığım anda tansiyonum çıkıyor ve çarpıntı içinde kalıyorum. Yaşım-başım malum. Hava açtı, yağmur durdu. Yerlere düşen sonbahar yapraklarının güzelliğini yaşamak mümkün değil. Çamurlu kaldırımlar alabildiğine çerçöp içinde, tükürükler de cabası. Sokağa terkedilmişliği her halinden belli olan yaşlı, oldukça bakımsız kalmış, çok da kirlenmiş bir Kaniş cinsi köpek, bilinçsizce sağa sola koşturuyor; belli ki sahibini arıyor hala. Günahını almayayım sahibinin şimdi diyorum, önyargılı olup da; olur ya, ölmüştür belki…Belki de felç durumu, ya da bunayıp da kendine dahi bakamama durumu. Yok eğer sıktıysa artık köpek onu, hevesini aldıysa… köpeğin hastalığı, masrafı derken… attıysa hayvanı kapı dışarı!?
Bir ağaç dibine ve biraz ileride de duvar dibine bırakılmış leblebiye benzer hazır kedi mamaları görüyorum, yanında yoğurt kasesine konmuş su. İçimde bir sıcaklık, minicik bir ışık yanıp, umut oluyor insanlığa dair. Tam ümit kesilmemeli, onca dünya iyisi insanlar da var tabii ki, çok şükür sevinçlerimde. Ama ne çok yozlaşan, ne çok duyarsızlaşan, insanlıktan çıkmış, “Sözde” insanlar var… İyi ki “İnsan olan insanlar” var şu dünyayı katlanılacak eden. Bunca örnekler varken, konu taze olduğundan mıdır nedir, nedense aklıma televizyonda izlediğim bir ülkedeki çatışmaların görüntüleri geliyor ve insan insana nasıl bu kadar acımasız olabilir diye aklımın havsalamın almadığı… oysa ne çok örnek… ne çok bin beterleri…
Bu düşünceler içindeyken bayağı da yol almışım bile bile. Hızlı yürümüyorsam bari çok yol kat edeyim diye. Sonunda Münevver teyzenin dediği Polikliniğe giriyorum ve elimdeki kağıdı sekreter kıza verip, bekleme salonunda ki bir sandalyeye adeta çöküyorum. İçerisi oldukça modern döşenmiş ve temiz. “Yarım saat kadar bekleyeceksiniz, sonuçlar henüz çıkmamış” diyor, ortama hiç uymayan ve sırıtan pullu ışıltılı giyimli, bir o kadar da ağır makyajlı kız. Onun, kocaman halka küpelerine bakarken daha da yoruluyorum.
Sağımda solumda oturan insanlar endişeli bir bekleyişte ve sanki hepsi diken üstünde. İki basamak üstteki loş salon bölümünde ise kaynaşmalı, hareketli bir gurup var görünen; sanki sessiz olmaya özen gösteren. Dikkatimi çekince ısrarlı baktığımda merak edip de, ben yaşlarda bir kadının oturduğu yerde, başını iki ellerinin arasına almış, inler gibi ağladığını görüyorum. Etrafındakiler en yakınları besbelli; adeta çırpınıyorlar ağlayan kadını tesellilerinde. Bana hiç yabancı gelmeyen çaresizliklerinde…bana hiç yabancı gelmeyen…
Kendimi dışarı atmışım bilinçsizce; nasıl olsa yarım saat var tahlil sonuçlarını almaya. Polikliniğin yan tarafında ki dar bir sokak içine dalıyorum, maksat dışarıda vakit geçsin. Çöplerden atık kağıt, plastik vs. toplayan on üç-on dört yaşlarındaki çocuk, ben yanından geçerken soruyor,
--- Bi cigaran var mı abla be?!
Yanımda binde bir içtiğim keyif sigaram hep vardır. Bazen paketinde kurur, unutulur da. Geri dönüp cevaplıyorum kir pas içindeki esmer çocuğu.
---Var diyorum, henüz yaşının küçük olduğuna aldırmadan. Bazen nasihatin hiç mi hiç işe yaramayacağını bilirsiniz, emin olursunuz daha o an. Paketi çıkarıp ona veriyorum. Cebinde çakmağı hazır, hemen eğilip yakıyor sigarasını, tıpkı kırk yıllık tiryaki gibi derin bir nefes çekiyor içine. Çocuğun keyfi yerine geliyor, alışık olduğu nikotini ciğerlerine çekince, yüzü aydınlanıyor.
---Saol abla be, bayram ettirdin ciğerlerime!
Bunları söyledikten sonra, tekerlekli çuvalını sürüp çekip gidiyor yanımdan. “Eyvallah abla” deyip.
Fazla yürüyecek halim yok, ilerideki çöp konteynırına yakın bir duvar eşiğine oturur gibi yapıp bekliyorum dakikaların geçmesini. Hemen önümdeki çöpün etrafına atılıp saçılmış siyah beyaz fotoğraflar görüyorum. Kağıt toplayan çocuk onlara değer biçmemiş anlaşılan, işine yarayacakları alırken de savrulmuş çöpe atılan eski zaman fotoğrafları. Yerimden kalkıp, her kareye bakıyorum tek tek. Ters veya yan durmuşları ayakkabımın burnuyla düzeltip bakış açıma göre ayarlıyorum. Bayağı ilgimi çekiyor ama net de göremiyorum pek. Yakın gözlüğümü takıp eğiliyorum yere…Siyah-beyazlıkları dahi kalmamış sanki fotoğrafların, sararmaya yüz tutmuş çoktan. Fotoğraf karelerinde hep tek bir kadın ve hep aynı kadın; nerdeyse, bir kutu resim saçılmış ıslak toprağa, hepsi de tam manasıyla antika. Yalnızlık kokuyor her kare, bakışlarda hep hüzün. Kavuşulmamış bir aşk hikayesi mi vardı?, yoksa askerken ölen nişanlısı mı?, ya da ailesini mi kaybetmiş ti de bu fotoğraflarda ki kadın. Evliydi de çocuklarını mı vermemişti kocası?... Her karede Mona Lisa gülüşü ve hüzün gözlerin de. Neyse canım, neyse ne işte! Arkamı döndüğüm de tahmin ettiğim gibi boşalmış bir daire görüyorum; alt katta yerle bir. Bu fotoğrafların sahibi olan, penceresi pas içindeki demir parmaklıklı, perdesiz. Sanki fotoğrafların sahibi gibi ev de miadını çoktan doldurmuş. Bu fotoğrafların sahibinin ölmeden önceki gözüyle bakıyorum oturduğum yere. Görünen manzara yıkık dökük örme bir duvar. Çürümüş yaşlı bir ağaç; ötesi, çöp konteynırı. Bina da, fotoğraflar da ve bu dar sokak da en az fotoğraflar kadar eski. Burada çok uzun yıllar geçirmiş bir insanın ölümünden sonra çöpe atılan öte berisi. Konteynırdan sarkan eski giysiler, orta yeri ezilip yassılaşmış sünger yatak, atılmış avizenin cam boncukları, paslı bir ekmek kutusu, çul-çaput. Hurdacı çocuğun, fotoğrafların üstüne basa basa alıp seçtiği işe yararlar da neler gitti hurda niyetine kim bilir? Kadının hayatında ki izlerden kalanlar ise çöpe atılan, hüzün bakışlı, kimsesiz fotoğraflar.
Hayatımızın nasıl, ne şekilde, nerede biteceğini nasıl bilebiliriz?. Gözlerim doluyor ve yine, ne şekilde olursa olsun terkedilmiş, panik içinde ki Kaniş geliyor aklıma…Hep üzerimde taşıdığım defterimde ki notlarıma düşüyor hepsi. Şu iki saatte gördüklerim, duygularımla harmanlanıp, “anı- anlatı” oluyor satırlarımda… |