En fazla altı- yedi yaşlarında görünen Caner, günün verdiği yorgunlukla parktaki boş bir banka oturmuş, dinlenmeye çalışıyordu. Ayaklarının dibine koyduğu kara naylon torbasında kağıt mendiller vardı. Hava kararmaya başlamıştı ve akşamın bu saatinde parkta kimseler yoktu. Çocuk, kendisine küçük gelen montunun kollarını uzatıp çekiştirerek ve fermuarı bozuk montunun önünü olabildiğince kapatmaya çalışarak üşümesine çare arıyordu. Paçaları kısa olan kot pantolonundan dolayı üşüyen ayak bileklerine çare olarak da, bankta ayaklarını altına alarak oturmaya çalıştı. Ne yapsa üşümesine mani olamıyordu. Çocuk, yerdeki kara torbasına yaklaşıp koklayan kediyi kovaladıktan sonra torbayı alıp yanı başına koydu. İçindeki umutsuzluk duygusu onda şimdi amansız bir korkuya dönüşmüştü. Ellerini hohlayıp ovuşturarak montunun ceplerine soktu. Korku içinde eve nasıl döneceğini düşünüyordu. Bugün tek bir paket mendil satamamıştı. Osman ağabeysi şimdi gene ona çok kızacaktı.
Caner, insanları da hiç anlayamıyordu. Bu uçsuz bucaksız, kocaman şehirde o kadar çok insan vardı ki, nasıl olurdu da bir paket mendil dahi almazlardı şaşırıyordu. Haklıydı ağabeysi, beceriksizin tekiydi kendisi; koca bir günde, tek bir mendil dahi satılmaz mıydı hiç. Oysa söz vermişti çocuk ağabeysine, torbayı bomboş götürecekti eve; parayı sayacaktı avuçlarına.
Caner, oturduğu bankta kendisine küçük gelen montuna olabildiğince sarınıp, örtünmeye çalışıyordu. El ve ayak bileklerinden görünen kapanmamış taze yara izleriyle üşümeye devam ediyordu. Dün ne çok kızmıştı Osman ağabeysi ona. Döverken hızını alamamış, sobada maşayı kızdırıp kızdırıp basmıştı bacaklarına, kollarına. Annesi o hasta çelimsiz haliyle zor almıştı onu ağabeyinin elinden. Caner, dayağı yerken söz vermişti, bugün mendillerin hepsini satacaktı; insanlara daha çok yalvarıp, kendisini acındırıp, tüm mendillerin hepsini satacaktı…
Çocuk, saatlerdir oturduğu bankta onca üşümesine rağmen eve nasıl gideceğinin korkusuyla karanlık parkta kalmaya devam ediyordu. Mahallelerindeki kırık dökük, çer çöp içindeki bankta gecenin bu saatinde hiç kimse yoktu. Esen soğuk rüzgar çocuğun tüm vücudunu titretiyordu. Dünkü dayak cezasından sonra ona yiyecek bir şey de verilmediğinden bugün gün boyu aç kalmıştı. Caddede mendil satabilmek için çaresizce gelen geçene yanaşmaktan ve açlıktan bitap düşmüştü…
Gece boyu esen soğuk rüzgarın ardından, aniden toz gibi kar yağışı başlamıştı. Caner, açlığa ve soğuğu artık daha fazla dayanamayınca, eve gidip de annesine sığınmayı düşündü. Babası öldüğünden beri, en az babası kadar sinirli ve dayakçı olan ağabeysi son günlerde dilenemiyor, hiç bir işe yaramıyor ve artık eve para getiremiyor diye, hasta yatan annesini de iteleyip kakalamaya başlamıştı. Caner’in iki ağabeysi daha vardı ama onlar Osman ağabeysinin yüzünden evi terk etmişlerdi ve bir daha da asla geri dönmemişlerdi. Ama onlar evden çıkıp da dönmediklerinde ağabeylerinin biri on iki, diğeri ise on dört yaşındaydılar. Caner, onlar kadar büyüdüğünde de hasta annesini bırakmayı düşünmüyordu. Şimdi de gidip annesinin yanına uzanıp battaniyenin altına girmeyi ısınabilmeyi ne çok isterdi. Ama biliyordu, annesi zayıf ve hasta olduğundan, gücü yetmezdi ağabeysine; koruyamazdı onu.
Çocuk bunları düşünürken yine de annesinin yanına uzanmayı, onun bağrında ısınmayı, annesinin battaniyesinin altına saklanıp ağabeysinin onu hiç görmemesini hayal etti. Bunları düşünürken sanki gerçekmiş gibi vücuduna bir rehavet çöktü.; bir uyku hali tüm vücudunu sarıp sarmaladı. Sanki hasta annesinin ateşli bağrında ısınıverdi. Ufacık bedeni battaniyenin altında kayboldu. Ağabeysi onun orda olduğunu hiç ama hiç anlamayacaktı…
Sabah işine giden insanlar, Caner’in bankta uzanıp yatmış cesedini gördüler. Sabaha kadar aralıksız yağan kar, sanki çocuğun üzerinde kalın beyaz bir yorganmış gibi duruyordu…
|