Lavanta kokan beyaz çarşaflar…
Eve geldiğimizde nedense ilk aklıma gelen bunlardı. Yatak odasındaydım; öylece kapıda durmuş, içeriye bakıyordum ama sanki orada değildim; sanki uzaklardaydım da, bunu hayal ediyordum. İçeriye girdim ve şifoniyerin çekmecesini kulplarından tutup, yavaşça öne doğru çektim. Kar gibi beyaz çarşaflar göründü; aynı anda hafif bir lavanta kokusu duydum. Çarşaflara okşar gibi hafifçe dokundum ve ellerimi katlı aralara soktum; minik, uçuk pembe dantel lavanta kesesi elime geldi. Lavantalar dökülmesin diye, ince saten kurdeleyle ağzı büzülmüştü. Yastık kılıflarını çekmeceden çıkardım; sağ köşelerine eşimin ve benim isimlerimizin baş harflerini belirten arma işlenmişti; onları tekrar katlayıp çekmeceye koydum. Lavanta kesesini kokladım ve tekrar, çarşafların arasına soktum. Gözlerim yaş içindeydi, üzüntü içinde yatağımın ucuna oturdum.
Eşim, az önce benim durduğum yerde durmuş, kapıya yaslanmış bana bakıyordu. Birbirimize, inanamaz gözlerdeki kederle baktık. Yavaşça gelip yanıma oturdu; sanki benden çok onun teselliye ihtiyacı vardı. Birbirimize sarılıp ağladık.
***
Check-up yaptırmak için gittiğimiz hastanede, doktorun karşı koltuğuna oturmuş tahlil sonuçlarını okumasını bekliyorduk. Masasının üstü onlarca dosya ve rapor doluydu; sonunda, sıra benim raporuma geldi ama nedense içimde tarifsiz bir sıkıntı vardı ve bir an evvel buradan çıkıp, evimize gitmek istiyordum. Doktor, ısrarla yeni baştan, tekrar tekrar tahlil sonuçlarıma bakıp da raporlarımı epeyi inceledikten sonra, benden gözlerini kaçıştırarak, bana değil de, kocama bir şeyler anlatmaya başladı; çünkü ben, doktorun söylediği bir cümleden sonra hiç farkında olmadan oturduğum yerden fırlamış, ellerimle yüzümü kapatmış, üç adımlık yerde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordum ve “Allahım...Allahım” diye inliyordum.
Doktor belli ki bu durumlara alışıktı ve hastaların bu şok hallerini kanıksamış olarak, gayet duyarsız bir halde, gözleri büyümüş, şaşkınlık içindeki eşime, duvardaki asılı bir şemadan, tedavi şeklini anlatıyordu. Ve hastalığımın daha sonraki aşamalarında, gidebileceğimiz yabancı bir ülkenin adını söylüyordu. Ama kulaklarımda sadece, doktorun beni can evimden vuran cümlesi vardı; adeta beynimde yankı yapıyordu. "Kanda hücre çoğalması... Kanda hücre çoğalması".
***
Eve gelirken yolda çok ağladım. Trafik çok yoğundu ve sanki yollar hiç bitmeyecekti. Eşimin yüzüne baktım; eminim hastalık kendisi için denilse bu kadar üzülmezdi. Dışarıda yağmur çiseliyor, damlalar camlara vuruyordu ve silecekler bir o yana, bir bu yana gidip görevini yapıyordu. İnsanlar yağmurdan ıslanmamak için aceleyle hep bir yerlere koşuşturuyorlardı. Kasvetli havayla birlikte sıkışan trafikten boğulur gibiydim. Arabada başımı arkaya yaslayıp düşüncelere daldım; biz otuz beş senedir evliydik, sevgiliydik, arkadaştık, dosttuk ve her şeydik. Elli beş yaşındaydım; “Meğer ölüm için genç sayılmazmışım, o kadar da üzülmeyeyim” Diye düşündüm; sözde kendi kendimi teselli ediyordum. Eşimin, direksiyondaki elini tuttum, çok kasılmıştı; adeta robot gibiydi ve gözünü hiç kırpmadan ileriye bakıyordu. Ben elini tutunca yüzüme baktı; bakışlarında hep o kollayıcı, o koruyucu büyük sevgi vardı. Arabayı kenara çekti ve kontağı kapatıp motoru durdurdu. Bana sarıldığında içinin titrediğini duydum, kalbi kalbimde atıyordu sanki; sanki tek bir kalp olmuştuk; o kadar çaresizdik ki, ikimiz de ağlıyorduk…
***
Yatağın üzerinde oturmuş düşünüyorduk; şimdi çocuklarımıza nasıl söyleyecektik? Yakınlarıma ne diyecektik? Sanki bizim ailede gelenek gibiydi koruyuculuk; birbirimizi üzmemek, birbirimizin üzerine titremek! Şimdi onlara ne diyecektik? Telefonla herkesi çağırıp, hepsine aynı anda ve bir kerede mi söylesek acaba? Diye düşündüm. Yok, yok! En iyisi yarına kalsın dı bu iş, bu gece de rahat uyusunlar; hem yarına, yine hastanede olacağız, aç karnına onlarca tahlil, daha ince ve daha detaylı. Üzüntüden bitap düşmüştük; eşim banyoda yüzünü yıkıyor, suyla ensesini alnını serinletiyordu. Yerimden robot gibi kalktım ve yatağı açtım. Temiz olmasına rağmen yorganımızdaki nevresimleri çıkarmaya başladım; serin çarşaflarla değiştirmek için. Çekmecedeki lavanta kokulu beyaz çarşafları serip yatağımızı hazırladım. İçim yanıyordu. Serin, temiz çarşaflara öylesine uzandım yattım ve ağlamaktan yanan gözlerimi kapattım; sanki uzaklardan, dağlardan bir esinti geldi, beni serinletti; sanki, dağların eteklerindeki mor çiçeklere uzanmış, lavantalara gömülmüştüm; öyle güzel kokuyorlardı ki, sanki ruhumda serinledi…
* * *
Hastaneden aldığımız artık kesinleşmiş bu son haberden sonra, eve döndüğümüz o ilk gece bizim için tam bir kâbustu. Şok da olmak bir yana, adeta vurgun yemiştik. O gece sabaha kadar ağlamalarımız devam etti; çıldıracak gibiydik! Nasıl da şaşkındık! Bu hastalık nerden beni bulmuştu? Hep başkaları kanser olurdu ve bizler, etrafta hasta olanları duydukça, televizyondan ve gazetelerden görüp okudukça gerçektende çok üzülürdük; dedim ya, böyle hastalıkları hep başkaları olurdu, başkaları için kahrolurduk!
Uykuya yenildiğimiz bir gece içim yanaraktan uyandım ve eşimi uyandırmamak için, sessizce yatağımdan kalktım. Bir amacım yoktu; hani derler ya, insan ruhen daralınca, yerine sığamaz diye; işte ben de öyle sıkıntıyla kalktım ve yatak odasının kapısını usulca örttüm; daha sonra, her odanın tek tek kapısında durup, ışığı yakıp, içerisini seyretmeye başladım. İçeriye bakarken, düşüncelere dalmıştım.
Bu evimizi yeni almıştık ve evimiz çok içimize sinmişti. Yuvamızdan oldukça memnunduk. Çok zor kazanılan, alın teriyle, dürüstlükle, helal parayla alınan bir mülktü. Kızımız, bu evden beyaz gelinliğiyle mutlu bir evliliğe adım atmıştı; oğlumuz ise askere gitmişti. Bu güzel, tatlı telaşları atlatınca, eşimle yuvamızı özenle, gönlümüze göre döşemiştik. Eşyalarımızı hazır alınandan çok, onarıp, boyayıp elden geçirdiklerimizle, kendi dekorumuzu yapıp, huzur içinde yerleşmiştik. Ben evde hiç boş duramam, kendi yaptığım yağlı boya tablolarımı ve Amerika’da evli olan kız kardeşimin, işleyip yolladığı, kanaviçe işi tabloları boş duvarlara asmıştık. Annemin, özenerek işlediği, göz nuru değerli işlemelerini de masalara, sehpalara özenle yaymıştık…
Gecenin bu geç saatinde ben evimizi dolaşmaya devam ediyordum ve anılarla dolu bu dekoratif eşyaların hepsine teker teker dokunup, onları hüzünle okşuyordum. 25. Evlilik yıldönümümüzde, eşimin bana aldığı gümüş objeyi sehpanın üzerinden alıp, sevgiyle yanağıma bastırdım… Bana bir şey olduğunda, o ne olacaktı? Biz ikimiz, çocuklarımızla hep el ele, omuz omuza zorlukların üstesinden gelip, bu ferah günlerimize gelmiştik. Eşim evimizdeki vazoları hiç çiçeksiz bırakmazdı. Doğum günlerimiz, evlilik yıldönümlerimiz hiç unutulmazdı. Yaşlı komşumuzun dediği gibi, biz nazara mı uğramıştık?
Tedavi amaçlı hastane günlerimize başlamadan önce durumu yakınlarımıza anlatmaya karar verdik. Askerliğini Kıbrıs’ta yapmakta olan oğluma, durumu üstü kapalı ve durumumu “Hastalığımı” hafife alarak izah ettik; Allah’tan, askeriyede o zaman, cep telefonu yasaktı da, çocuğum, diğer asker arkadaşları gibi kuyruğa girip, ortak telefondan bizimle sadece birkaç kelime konuşabiliyordu. İzine geldiğinde ise, iyi rol yaptık doğrusu; zaten, arkadaşları sık sık gelip, onu alıp götürüyorlardı.
Kızım ise, olayın birebir içindeydi; onun, benim için çektiği acıyı, benim için çırpınışlarını, size değil yazmak, hatırlamak dahi istemiyorum. Bunları yaşamasını hiç ama hiç istemezdim!
***
Ertesi günü sabahı, erkenden hastaneye gittik. İşte aynen bildiğiniz ve tahmin ettiğiniz gibiydi. Kan alınmalar, tomografiler, en az üç ayrı doktorun sıkı muayenesi, elimizde dosyalarla, oradan oraya koşuşturmalar ve akşamüzeri bekleme salonundaki, hakkımda yapılacak konsültasyonun sonucunda çağrılmayı beklemeler… O sabah, evden çıktığımız andan itibaren, hastanedeki bilinmeyen kaderimize doğru giderken, üzüntümüzü içimize gömdük ve adeta dondurduk; böylece, o ilk şok, o ilk vurgun, evde kaldı. Üzüntü, evimizdeki cam vazoya konan, simsiyah harika lalelerin, parlak taç yapraklarında kaldı. Biz ikimiz şimdi, tek kelime etmeden, hastanenin bekleme salonundaki deri kaplı koltuklarda, herkes gibi kaderimizi bekliyorduk ve koşuşturan insanları, anlamsızca seyrediyorduk. Sanırım, bu üzüntüyü dondurma hali, içimizde kalan, kendimizin de farkında olmadığımız o ümit etme haliydi; ne de olsa, sabahtan beri, onlarca tahliller yapılmış, tomografiler çekilmişti; olur ya, belki de nazar, bir yerlerden kırılır, geçerliliğini kaybedebilirdi…Ama hemşire bizi doktorumuzun odasına götürdüğünde, işte o anda, bende buzlar çözüldü. Ben, bu sonucu duymaya nasıl dayanacaktım? Eşim, yüzü bembeyaz olmuş bir halde, doktorun yüzüne gözünü bile kırpmadan bakıyordu. Aniden sessiz panik atağa girmiştim. İçimdeki fırtınayı bastırabilmek için, başımı iki elimin arasına alıp yere eğdim, gözlerimi de kapatmıştım. Bu ani refleksle adeta başını kuma gömen devekuşu gibi olmuştum. Kulaklarım uğulduyor, kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu ve duş almış gibi ter içindeydim. Doktor, bu sefer yanıma gelip, teselli mahiyetinde bir elini omzuma koydu ve diğer eliyle başımı kaldırıp yüzüme baktı; hiçbir şey söylemese de, anlamıştım; bakışlarındaki umutsuzluğun şifresini, anında çözmüştüm… Bu, ikinci vurgundu. Eşimin elindeki dosyalar yere düştü; sanki ortalığa aniden sis bastı; her yer beyaza durdu. O saçma sapan kâğıtlar! Onlar ne işe yararlardı ki?! Kahrolasıca formlar! Yok ana adı, yok baba adı, onlarda şu şu hastalıklar var mıydı? Kaç yaşımda, kaç çocuk doğurmuşum! Sokağa fırlayıp, en galiz, hiç güneş yüzü görmemiş küfürler etmek, avaz avaz haykırmak istiyordum…
Doktor, hastalığımdan emin olmak için, iliğimden kan almak istedi; böylece noktayı koyacaktı ve kanser teyit edilecekti… Eşim, beni odadaki beyaz örtülü, ensiz sedyeye yatırdı. Hiç öyle büyük enjektör görmemiştim. Kalça kemiğimden girip iliğimden parça alacaktı; nedense o an da ilkokuldayken, aşı olmaktan kaçtığımı anımsadım. Eşimin, beni kavrayan elleri ne kadar sıcaktı. Hiç acı duymadım… ama hiç!
“Tam dört gün bekleyeceksiniz” dedi doktor; belki de dört asır demişti de, ben yanlış duymuştum. Eve geldiğimizde anladık, o hiç geçmek bilmeyen saatlerle dört gün değil, dört asır demişti… ***
Sevgili duygusal okurlarım, sevinçler anlıktır diye düşünüyorum, üzüntülerde çok detaylar vardır ama ben en iyisi bunlara hiç girmeyeyim. Şimdi yaşanacak güzel günler varken; üstelik her mevsimin kendine göre böyle güzellikleri varken…Hem, bütün bunlar tam on üç sene evvel di… geldi geçti… fırtına dindi… Ameliyatlar, kontroller, testler, taramalar, tahliller ve en kötüsü de, her seferinde ama her seferinde, o tahlil sonuçlarını beklerken ölüp ölüp dirilmeler. Tabii ki berbat anlardı. Ben, her şeye rağmen çok şanslıydım. Şimdi ise inanılmaz güzellikler içindeyim. Her vesileyle Allah’a şükrediyorum. Neredeyse on bir senedir yazıyorum. Hastalığımdan sonra sanki hayatta daha bir güçlendim; hayatıma dört elle sarıldım. Bu hayat hırsıyla halen sanki çekilen acılarımdan yana deşarj olmak ister gibi hiç durmadan yazıyorum. Yarışmalara öyküler, şiirler yolluyorum; buna bağlı olarak da yazdıklarımın dergilerde yayınlanması, ödüller almak, seçilmiş öykülerimin kitaplarda basılması, plaketler almak harika sevinçler yaşatıyor bana. Hepsi bir yana sevgili okurlarım ben bu yaşama hırsıyla şu on dört sene içinde iki roman yazdım. Evet iki roman yazdım. Romanlarım kitapçılarda satışa sunuldu…Çok sevdiğim eşimle, çocuklarımla, torunumla, yakınlarımla çok güzellikler yaşıyoruz. Bir zamanlar fanatik bir kitap okuyucusuyken, şimdi büyük bir tutkuyla yazmanın keyfini yaşıyorum. Bu keyif bana hayat veriyor ve sanki ömrüme ömür katıyor. Allah’ın izniyle ölünceye kadar da yazmaya devam edeceğim.
Hayatınızın her anı müjdeler içinde geçsin efendim.
Her daim esen kalın…
|