Henüz altı yaşlarındaydım. Babamın, bulunduğumuz kasabada büyük bir arsa içinde, hurdacı dükkânı vardı ve babam, hurda tüccarıydı. Benim gözümde çok iyi bir babaydı, onu çok severdim. Arkadaşlarımla mahallemizde oyunlar oynarken, akşam saatlerine yakın, dükkânını kapatıp eve dönen babamı, daha sokağın başında görür görmez, oyunu bırakıp ona koşar sarılırdım; o da bana, o zamanın parasıyla 10 kuruş verirdi; bize bakan çocuklara da kıyamaz, onlara da 10 ar kuruş dağıtırdı. Bazen, sıcak öğle saatlerinde, sokakta oynayamayınca, babamın çarşı içindeki serin dükkânına giderdim ve dükkândaki hurda nesnelere ilgiyle bakardım. O zamanlar küçük kasabamızda Antikanın ne olduğunu bilmeyen babam ve ona mal satan müşteriler, ellerindeki malı hurda diye satar, babam da hurda diye alırdı. Dükkânda, paslı demir dişliler, artık işe yaramayan kırık dökük alet edevatlar, asker mataraları, tüfek parçaları, tarlalarda bulunan savaşlardan kalma top gülleleri, demir ütüler, kahve değirmenleri, pulluk ve makine parçaları ve akla gelebilecek her türlü metalden ve madenden yapılma hurda bulunurdu. Bütün bunlar, değişen maden durumuna göre dükkanımızın arka tarafındaki arsadaki yığınların üzerine atılırdı. Zaman içinde, cam yığınları, bakır, pirinç, sarı (tunç), demir, sac, kurşun yığınları ve tenekeler, adam boyu tepeler oluşturmaya başlayınca, babam büyük bir kamyon kiralar, İzmir- Menemen’deki hurdacıların büyük ana satış yerine götürür, satardı. Onun dükkândaki alış, satış işlerinden öğrendiklerimle ve metalleri tanıyıp isimlerini bilebilmekle, babamdan bol Aferin alırdım; bu konuda onun benimle duyduğu övünç beni çok mutlu ederdi…
Yine bir gün, arkadaşlarımla komşunun evinin avlusunda oynarken, bir kenarda yere atılmış, toz toprak içindeki sarı musluğu gördüm ve eğilip yerden aldım. Arkadaşlarım oyuna iyice dalmışlardı; ben de, musluğu gizlice cebime koydum ve doğruca babamın dükkânına gittim. Babam, dükkânın toprak zeminine diz çökmüş, elindeki kocaman ağır çekiçle hurda kap kaçağı ezmeye çalışıyordu. Bakır kaba vurduğu her darbede, tiz bir metal sesi, loş dükkânda yankılanıyordu; elleri, yüzü, üstü ve başı çalıştığı hurdalardan dolayı kir pas içindeydi. Kapıda durup ona sevgiyle baktığımda, yüzüne oturmuş yorgunluğu görüp üzüldüm. Hurdayı ezmek için vurduğu her çekiç darbesinde şişen boyun damarları, alnından süzülüp şakaklarındaki aklaşmış saçlarına doğru yol alan terini, hala bu gün gibi hatırlarım. Akşamları eve geldiğinde ellerini ne kadar yıkarsa yıkasın, tırnak diplerine yerleşmiş, yağlı ve tozlu pasların karalığını çıkaramazdı. Babam, dükkânın kapısında beni görünce sevindi, işini bırakıp bir sigara yakmak için masasına doğru gittiğinde, ona yaklaşıp gururla cebimdeki ağır tunç musluğu çıkardım ve babamın meraklı bakışlarına aldırmadan, terazinin kefesine koydum. Ama nedense, babamın kaşları çatılmıştı.
— Bunu nerden buldun? Diye sordu.
— Refiye teyzelerin avlusunda, dedim. Bak baba, bu saf tunç değil mi?
— Niye aldın? Diye üsteledi babam.
— Hiç işte; bir kenara atıvermişler, kimsenin kullandığı yok! dedim.
Babam biraz düşündü; bana öyle olur olmaz kızmaz, çocukluğuma verirdi ama her zaman da, işin doğrusunu iyilikle öğretirdi. Bir hata yaptığımı anlamıştım ama ne yaptığımı da kestiremiyordum. Beni yanındaki boş iskemleye oturtup, söze başladı.
— Bak oğlum, dedi. Sen burada büyük bir yanlış yapmışsın, senin bu yaptığına hırsızlık derler, dedi.
— Ama baba! Bu musluk toz toprak içinde, bir kenara atılmış duruyordu; hem ben onu çeşmeden mi söküp aldım sanki? Diye, sitem yollu babama itirazımı yaptım.
— Olmaz! Onlar ister kullansın, ister kendi avlularında bir yere atsınlar, bu onların malı ve sen bunu gizlice cebinde getirdin; şimdi, hemen bu musluğu aldığın yere götürüp bırakacaksın! Diye bana çıkıştı.
Babama karşı çok mahcup olmuştum; onun kararlı tutumu karşısında daha fazla orada kalamadım ve tartıdaki musluğu alıp, tekrar cebime soktum; yüzümün kızardığını hissediyordum. Kös kös önüme bakarak dükkândan çıktım. Refiye teyzelerin evlerinin önüne geldiğimde ahşap dış kapıyı aralayıp, avluya baktım; artık orada hiç kimse kalmamıştı; tekrar sessizce içeriye girdim ve cebimden çıkardığım musluğu, aldığım yere bıraktım…
Evimize gittiğimde hem üzgün, hem de pişmandım ama artık olan olmuştu; aslında, babama tunç madenini bildiğimi, bu madeni tanıdığımı gösterip, bana aferin demesini beklemiştim. O akşam, babam eve geldiğinde, utancımdan yanına bile yaklaşamadım fakat annemin bana telkiniyle, babamın elini öpüp ondan özür diledim ve ona bu düşüncemi de aynen anlattım.
***
Okul çağıma geldiğimde, birinci sınıftan itibaren, boş kaldığım her fırsatta babamın yanına gidip ona yardımcı olmaya çalıştım; çünkü onun işini yapmayı ve madenleri tanımayı seviyordum. İlerleyen zaman içinde, müşterilerin getirdiği her hurdanın içeriğini merak etmeye başladım. Eski gazete parçalarına gelişigüzel sarılmış hurdaların içinde, beni oldukça etkileyen eşyaların da çıkmasından heyecan duymaya başlamıştım. Bu eski eşyaların içinden, bazen ince gümüş tel çerçeveli İngiliz gözlüğü, boşalmış Fransız parfüm şişesi, ucu kıvrık, çift dilli Yemen palası çıkabiliyordu. Ben yetişkin bir delikanlı olduğumda, bayağı eski eşya birikimim olmuştu. Babamın daha evvel cam yığınına fırlatıp attığı zarif şişeler, gaz lambaları, sırı dökülmüş aynalar, demir yığınına ezip attığı dikiş makinesi altlıkları, sarı kahve değirmenleri, sahanlar, üzeri armalı sigara tabakaları ve boy boy ibrikler şimdi benim özel merakım olmuştu…
Babamın artık büküp de ezemediği, koca çekiçlerle dövemediği, hiçbir özelliği olmayan hurdaları, çoktan onun elinden almış, kendim yapar olmuştum. Şimdi onun döktüğü terler, verdiği öğütler, bu gün benim hayatımın kurulmasının temeli olmuştu.,,
Babamla dükkândaki işlerimizi yaparken, bir gün gazetede okuduğum bir haberle ilgilenip, İstanbul’daki teyzemin yanına gittim. Gazeteyi de yanımda götürmüştüm; zira gazetedeki haber antikalarla ilgiliydi ve aracıların, köyleri, kasabaları dolaşıp, halktan eski eşya olarak ucuza satın alıp topladıkları antikaları, büyük şehirlerdeki antikacılara değerinde sattıklarından bahsediyordu. Bu işlerden çok iyi anlayan eniştemin de yol göstermesiyle ilk defa antikacılarla tanışıp, bilgi edindim. Meğer sadece güzelliklerine kıyamayıp, hurdaların içine fırlatıp atmadığım eşyalarımın hepsi, birer antikaymış. Evimizde yer tutmasın, anneme yorgunluk olmasın diye, tavan arasında biriktirdiğim, sık sık temizleyip, tozunu aldığım, özenle baktığım, eski bildiğim onlarca eşyalarım, gerçek antikalarmış.
Geçen zaman içinde oldukça yaşlanan anne ve babamı da ikna edip, kasabamızdaki evimizi sattık ve dükkanımızı da devrettik. Daha sonra ise ailece İstanbul’a taşındık ve teyzemlere yakın olan bir ev aldık. Annemle teyzem birbirlerinle hasret giderirlerken, biz de, babam ve eniştemle antikalarımıza dükkân aramaya başladık.
İşte bizim hurdacılık öykümüzün, bir merak sonucu antikacılığa dönüşmesi böyle oldu. Yeni işimizde de hurdacılığımızın verdiği tecrübeyle olsa gerek bu işimizde de oldukça başarılı olduk…
***
Şimdi, ben de artık yaşlı bir adamım; bazen antikacı dükkânımdaki koltuğumda oturup kaldığımda, uzun uzun düşüncelere dalarım; çoktan vefat etmiş olan annemi ve babamı düşünürüm, onları özlerim. Benim gibi antikacılığa gönül vermiş olan ve dükkânımızda çalışmayı tercih eden kızımın gözünden kaçamam. Kızım, yüzüme vuran hüznümü anlar, yanıma gelip elini omzuma atar; her zaman bana ikram edeceği sıcacık çayı vardır.
Oğlum ise, Madencilik Fakültesinde okuyor; bu da onun tercihi oldu. Düşünüyorum da, galiba madencilik olsun, antikacılık olsun, ya da hurdacılık olsun, doğduğumuz günden beri bizim kaderimizde vardı…
|