Sabah yürüyüşlerimin hep aynı görüntülerindeki monotonluğundan kurtulmak için ve aynı zamanda yeni taşındığımız bu muhiti etraflıca tanıyabilmek amacıyla, her seferinde değişik yollardan gitmeyi tercih ediyordum…
Yeni taşındığımız bu muhitteki evlerin ve apartmanların hemen hepsinin bahçesi vardı ve uzayan bu sonbahar mevsiminin ılıman geçen havasından dolayı tüm bahçeler yemyeşildi. Mevsimine göre açan çiçekler rengarenk görünümüyle sanki güz mevsimini değil de, baharı müjdeliyordu. Toz gibi çiseleyen yağmura rağmen, havanın bu kadar güzel ve ılıman oluşu inanılır gibi değildi. Sokağa çıktığım ilk andan itibaren, içim çocukça bir sevinçle dolmuştu. “İyi ki çıkmışım yürüyüşe” diye düşündüm. Etrafı daha iyi tanıyabilmek için adımlarımı şık bahçeleri olan evlerin, apartmanların bulunduğu sessiz, sakin ara sokaklara yönelttim. Aheste tempomu aksatmamaya çalışarak etrafa bakınmaya devam ediyordum. Epeyi bir yürüdükten sonra yoruldum. Sürekli deniz tarafına, aşağıya doğru yürüdüğüm için, ana caddeye çabuk çıktım ve her zaman gittiğim Kahveye girip bir sandalyeye oturdum. Garsonun getirdiği kahvemi içerken, yan tarafımdaki duvara asılı rafa uzanıp, müşteriler için bırakılan günlük bir gazeteyi okumaya başladım..
Ben dinlenmiştim ama dışarıdaki hava da bayağı kapanmıştı. Kara bulutlar her an bir sağanağın başlayacağını gösteriyordu. Eve gitmek için bu sefer de yine değişik bir yoldan gitmeye karar verdim; böylece eve dönüşümün daha kestirme olacağını düşündüm. Yağmur hala çisenti halinde yağmaya devam ediyordu. İlk defa girdiğim sokak oldukça sessiz ve sakindi; henüz burada ki eski binalar yeni apartmanlara dönüşmemişlerdi.
Eski evlerin, yüzeye vuran kasvetini hiçbir onarım, dış boya vs. kapatamazdı. Bu, yaşlı bir fahişenin, ne kadar makyaj yaparsa yapsın üstünden atamadığı o çok demodelik, çok yıpranmışlık gibiydi. Eski binalar zaman içinde kat kat sürülen boyanın altından kendisini acımasızca belli ederdi. Balkonlardaki derme çatmalık da, boş vermişlik de eşlik ederdi bu sakil görünümlerine. En acımasız olanı da, kullanılmayan eşyaların konulduğu ve yıllarca bir daha hiç el atılmayan hurdaların yığıldığı balkonlardı. Yıllardır yer tutmaktan başka hiç bir işe yaramayan toz içindeki balkonları olan insanların ne kendilerine ne de çevrelerine saygıları olduğunu sanmıyorum. En büyük haksızlığı da kendilerine yapıyorlardı aslında; çünkü kendi evlerinde, kendilerine yer kısıtlıyorlardı.
Oysa ki balkonlar evimizin dışına taşan, bizi dışarıya yakın tutan, etrafa daha yakın olmamızı, hava alıp bakınmamızı, sokağa çıkamadığımız anlarda sıkıntımızı geçiren ev ilavelerimiz değil midir? Keza çoğu bahçeler de öyle. Elimize geçen hurdaları, bahçenin bir köşesine yığmaz mıyız sanki? İşte bu girdiğim sokakta da aynı görüntüler sıkça göründü gözüme. Hadi diyelim binalar çok eskimiş, yine de yılların birikimi olan bu hurdalıkları saklamanın manası var mıdır sanki? Tutumlulukla hiç ama hiç ilgisi yok bence; olsa olsa müthiş bir çevre boş vermişliği sadece. O balkonlarda üç- beş saksı çiçeği de mi çok görür insan kendisine. Neyse efendim, bu benim kendi kendime yaptığım görsel dedikodularım..
Ben böyle hem yürüyüp hem etrafıma bakınırken, bir binanın önünden geçiyordum. Binaya ait bahçenin duvarından aşıp sokağa taşmış beyaz Kasımpatıya dokundum sever gibi. Bu beyaz çiçekler de çisentiden nasibini almışlardı benim gibi. Ilık ve hiç üşütmeyen bir havada yağmurun ıslaklığını saçlarımda, yüzümde ellerimde hissetmek ne güzeldi. Önünde durduğum bu beş katlı eski apartmanın kapısının girişindeki bir minderin üzerine oturmuş dört –beş yaşlarında bir kız çocuğunu fark ettim, plastik bebeğiyle oynamaktayken, o da beni gördü. Ben eğilip çiçeği koklarken bana seslendi.
-- Kokmuyor onlar!
Çocuğun sempatik hali beni çekmişti; zaten ardına kadar açık olan bahçe kapısından içeri girdim, ben de kapı saçağının altına girdim ve çocuğa eğilip,
- Niye kokmuyormuş çiçekler peki? Diye sordum.
Çocuk yanına gidişimden memnundu, onun canının sıkıldığını anlamıştım; doğrusu sokak da, hava da oldukça ıssız ve kasvetliydi burada. Etrafta hiç kimse görünmüyordu.
-- Orda çok bekledi, ondan gitti kokusu bekliye bekliye.
-- Hımmm…Bebeğinin ismi var mı?
-- Var! Benim de ismim var!
-- Ee, neymiş isimleriniz bakalım?
-- Benim Eda, bunun ki de Hülya.
-- Hülya mı? İkinizin de ismi çok güzelmiş.
Kız bütün sempatikliğiyle bebeğini uzatıp bana gösterdi.
-- Burada yalnız mısın Eda?
-- Hee.. Babam serviste.
-- Annen nerde peki?
-- İşte..O akşama gelir, karanlık olunca.
-- Sıkılıyor musun burada? Baban hemen gelir mi şimdi?
-- Yok gelmez.. Bakkal amcayla konuşuyorlardır… Bir şey mi aldırcan sen de teyze?
Çocuğu içimde sıkıntı edip ayrıldım oradan ve küçük kızın gösterdiği taraftaki sokağın sonuna kadar epeyi yürüdüm. Oradaki tek bakkal karşıma çıkınca içeriye girdim. İçerideki iki genç adamdan biri, yani bakkalın sahibi tezgahın arkasındaydı, karşısında ayakta dirseğini tezgaha dayamış olan diğer gençle sohbete durmuşlardı. Ben içeriye girince ikisi de hafifçe doğruldular. Kapıya yakın durana yaklaştım.
-- Eda’nın babası sen misin? Diye sordum.
Yirmi beş yaşlarında görünen genç adam toparlandı ve merakla bana baktı.
-- Benim… Buyurun, bir şey mi oldu?
-- Ben demin kapıda oynayan senin küçük kızınla sohbetteydim.
-- Öyle mi? diye sordu genç kuşku ve merakla yüzüme bakarken.
-- Bak kardeşim, sokağınız çok ıssız, o çocuk da çok yalnız. Ben Allah için yanından ayrılamadım bırakıp… Korktum yani onu yalnız bırakmaktan. Sen de gelemedin bir türlü. Genç kapıcı sigarasını eğilip dışarı attı, yüzü kıpkırmızı olmuştu.
-- Bak dedim, burası İstanbul, bin bir tane bela dönüyor ortalıkta; ben o çocuğa “ Hadi gel, babana gidelim” falan desem gelirdi hiç şüphesiz. Çocuk bu; hiç duymuyor musun kaçırma olaylarını? Bak, kızını bıraktığın yerde, belki de bir daha ömrün boyunca göremezsin onu... İstersen şimdi git evine, servise filan da onu da yanında götür, evladını hiç ayırma gözünden, dedim.
Genç adam ben konuşurken kıpkırmızı olmuştu. Biraz telaşlanmıştı ve o şaşkınlıkla bana bakıyordu. Hiç beklemediğim anda aniden eğilip elimi öptü ve servis sepetini kaptığı gibi aceleyle oradan uzaklaştı. Arkasına bile bakmadan evine doğru koşar adım gidiyordu.
|