Sabah saatlerindeki güneşin pencere camlarına vuran bu ılıman havasını çok seviyordum. Oldum olası üşütmeyen gölgeleri sevmişimdir hep. İşte yine böyle yarı gölgeli, yarı güneşli bir sonbahar sabahının doyumsuz keyfini çıkarıyordum balkonda. Akşamdan sulanmış çiçeklerin nemi vurmuştu kapalı balkon camlarına. Büyük torunum Didem’in bana getirdiği sabah kahvesini içerken, rengarenk açmış cam güzellerinin, sakız sardunyalarının, begonyaların, renkli ve diri görünümlerindeki hayatı da yudumluyordum sanki. Kahvemi içmekteyken Didem tekrar içeriye girdi ve elindeki küçük battaniyeyle dizlerimi sımsıkı örttü. Torunum, en küçük yaşlarından beri beni hep böyle kollar korurdu. Biliyordum, ben onun çok sevdiği biricik dedesiydim. Didem balkondan çıkmadan önce her zaman yaptığı gibi eğilip bana sarıldı ve yanaklarımdan öptü; biraz sonra ise, onun da sokaktaki günlük koşuşturması başlamıştı işte; nitekim sokağın sonundaki köşe başında, onu, çalıştığı bankadaki işine götürecek olan servis aracını beklemeye başladı. Birkaç dakika sonra gelen araca binmeden önce yine bana gülümseyerek el salladı. Ben de ona sevgiyle el salladım ve sağ - salim gelmesi için arkasından dualar ettim. Didem, daha evden çıkıp da sokağa indiği andan itibaren sanki, sevgi dolu gönlümü ve yüreğimi de beraberinde alıp giderdi; aslında, bu evde yaşayan tüm ev halkı için de geçerliydi ve onlar için de aynı şeyler söz konusuydu benim için. Küçük torunum Oğuz, oğlum Kerem ve kızım Ayşe’de dahil, hepsi benim canlarımdı. Onlar her sabah işlerine ya da okullarına giderken, sanki yüreğimdeki, onlara karşı duyduğum büyük sevgiyi de alıp giderlerdi. Balkonda onlara ettiğim dualarla kendimden geçer ve orada, öylece dakikalar boyunca huşu içinde oturur kalırdım…
*
Gölgeler azalıp da güneş ışınları camlardan içeriye daha çok vurduğunda, yerimden yavaşça kalktım ve içeriye, salona geçmek için dikkatlice yürümeye başladım. Ayşe, yürürken düşmemem için beni sık sık uyarırdı. Düşüp de bir yerimi kıracağımdan; dolayısıyla, yatağa bağlı kalacağımdan korkardı. Kerem bu yüzden evdeki halıları kaldırtmış, yerine duvardan duvara sabit halı yaptırtmıştı. Daha sonra salondaki kanepeye oturduğumda ise, televizyonu kumandasıyla açtım ama onca kanallar arasından beni açacak bir program bulamayınca televizyonu tekrar kapattım ve tekrar yerimden yavaşça kalkıp odama gittim. Oturmaktan yorulan sırtımı dinlendirmek için yatağıma yatıp uzandım; bu rehavetlikle yattığım yerden düşüncelere daldım ve yine çok eskilere, uzun yıllar öncesine gittim…
“Ben, ailemin biricik, tek oğluydum. İzmir’in kalburüstü ailelerindendik ve oldukça da varlıklıydık. Bu varlığımız bize büyük büyük babalarımızdan nesiller boyu miras kalmıştı. Ama hayatın bazı gerçekleri vardı ve bu gerçekler zaman içinde insanda saygınlığı da, varlığı da yavaş yavaş alıp götürürdü ve deyim yerindeyse “ İnsanı dımdızlak ortada bırakırdı”…
Annemin, gençliğinde onca saygın kısmetlerini tepip de aşık olduğu Gemi Kaptanı yakışıklı genç adama, yani babama kaçmasıyla, sanki nesiller boyu süren rahat gidişatımız da bir anda altüst olmuştu. Boylu boslu, oldukça yakışıklı benim babam, maalesef iflah olmaz bir kumarbaz çıkmıştı. Annemin hiç bitmeyecekmiş gibi olan varlığı, babamın başını döndürmeye, onu ne oldum delisi yapmaya başladığında ise, iş işten geçmiş, mali durumumuz çoktan çığırından çıkmıştı. Ve işte bu yüzden, nesiller boyu süregelen zenginliğimiz kısa sürede sona erivermişti…Annemle evlendikten sonra işinden istifa eden babama olduğu gibi, deyim yerindeyse “Hazıra dağlar dayanmamıştı”…
Tahsil için gittiğim Fransa’dan bir gün aniden, apar topar çağrıldığımda ise, babamın bu her bakımdan dolu dolu geçen gece hayatına daha fazla dayanamadığını ve garsoniyerinde vefat ettiğini öğrenmiştim…
Bir daha Fransa’ya gidip tahsilime devam edebilmem ise, asla mümkün olmamıştı. Babamın bıraktığı borçlardan dolayı, arkası arkasına gelen ve kapımıza dayanan alacaklılardan nefes alamaz bir haldeydik. İcracılar her daim evimizden bir şeyler alıp götürüyorlardı. En az yüz yıllık dede yadigarı antikalarımızı, annemin aile yadigarı çok değerli takılarını, icraya gelenler hiç acımadan alıp götürüyorlardı. Babam koca bir serveti dibine kadar harcamış, bitirmişti. Annemin çektiklerini, o narin, nahif kadının çektiği korkuları, üzgünlükleri ve endişeli çırpınışlarını yaşadığım müddetçe bir daha hiç unutamayacaktım; annem ki hayatında parasızlığın ne olduğunu hiç ama hiç bilmemişti…
Kerem ve Ayşe, henüz babamın bizleri tüketmediği anlarda Köşkümüze gelip çalışan iki elemanımızdı. O zamanlar ikisi de genceciklerdi ve yeni evliydiler. İş istemek için tavsiye üzerine bize gelmişlerdi. Onların görünümlerindeki efendi duruşlarına, temiz ve derli toplu oluşlarına bakıp o anda karar veren annem hiç tereddüt dahi etmeden daha o gün onları işe almıştı. Ama işin aslını bana bir sohbetimiz anında itiraf etmişti; söylediğine göre annem bu gencecik çifte görür görmez ısınmıştı. Yüzlerindeki temiz ifade ve sıcaklık annemi oldukça etkilemişti; seneler içinde annem bu hislerinde fazlasıyla haklı çıkacaktı…
Kerem, Köşkteki her işimize koşardı. Bahçıvanlık da olsun, bahçe temizliği ve onarımında olsun çok becerikliydi; ayrıca, Köşkün her türlü alışverişinden de mesuldü. Erzak, yakacak, boya-badana, bahçe çiçekleri, gübre vesaire tüm malzemeyi gider en uygun yerlerden alır ve harcama yaptığı Gider Listesiyle birlikte kalan parayı anneme kuruşu kuruşuna teslim ederdi…
Ayşe’de annemin etrafında dört döner, konaktaki hayatı çekip çevirirdi. Annem ona hiç temizlik işlerini yaptırmazdı. Temizliğe ayrıca her hafta iki kadın gelirdi. Benden başka çocuğu olmayan anneme Ayşe, sanki kız evlat olmuştu. Ayşe ve Kerem çok çalışkan oldukları gibi, çok da dürüsttüler. Onların dürüstlüklerini ben bu yaşımda bu evde şimdi hala görüyordum; keza, insanlıklarını da öyle…
Biz maddi yönden akıl almaz sıkıntılar içindeyken onlar, yani Ayşe ve Kerem, annemi ve beni hiç bırakmadılar. Asla yanımızdan ayrılmadılar. Bize o icraların geldiği anlarda hep yanımızda oldular; bizleri teselliler içinde kıldılar. Ayşe bizden gizli Kerem’e verdiği düğün takılarını bozdurttu ve en lüzumlu eşyalarımızın icraya gitmesini önledi. Köylerinden getirttikleri tarhanaya, bulgura ve her türlü erzaka bizi ortak ettiler. Beraber yedik, beraber içtik.
Nihayet müşterisi çıkıp da Köşkümüz satıldığında ise, elimizde kala kala sadece bu küçük apartman dairesini satın alabilecek paramız kalmıştı. İzmir gibi yerde satılan koca Köşkten geriye ancak, iki odalı bu evi alabilecek paramız kalmıştı.
Annem son parasıyla bu evi almak istediğinde ise Ayşe ve Kerem’e tek bir şart koşmuştu. Bu evde hep beraber oturacaklardı ama evin tapusunu onlar kendi üstlerine alacaklardı. Böyle bir şeyi kabul ettirebilmek için rahmetli anneciğim ne çok yalvarmıştı Ayşe ve Kerem’e. Kabul ettirebilmek ne kelime, ne mümkün; Nuh diyorlar Peygamber demiyorlardı. Sonuçta annemin sinirli yorgunluğu, iç tükentisi, onlara küslüğü üstün gelmişti ve evi mecburen kendi üstlerine almışlardı…
Annem, tüm bu çektiği üzüntülerden sonra fazla yaşayamadı. Nurlar içinde yatsın. Artık çok yaşlandığım için ancak Bayramlarda ve arife günlerinde Didem bizi babasının arabasıyla annemin yattığı mezarlığa götürür. Kerem mezarlıktaki çiçekleri sular, topraktaki kurumuş otları temizlerken, Ayşe yanına aldığı dua kitabından fısıltıyla dualarını eder ve hala dua ederken gözyaşlarını tutamaz.
*
Annem öldüğünde gözü açık gitmedi sanırım; çünkü, hiç olmazsa başımızı sokacak bir evimiz vardı; üstelik ben Fransızca dersler vermeye, evdekilere maddi yönden katkıda bulunmaya başlamıştım. Bayağı da iyi para kazanıyordum. Ayşe’de ilk fırsatta bir dikiş kursuna gidip, dikiş dikmesini öğrenmişti. Şimdi hala aynı işinde, ünlü bir modaevinde dikiş kalfası olarak çalışıyor. Kerem bildiği işten şaşmayınca o da yine büyük bir Köşkün bahçıvanlık işini yapıyor. Didem torunum da bir bankada memurluk yapıyor. Küçük torunum Oğuz ise Lisede okuyor. Ona Fransızca’yı ana dili gibi öğrettim. İkimizin televizyonda maç izlemesi görülmeye değer doğrusu. Maçı izlerken sanki ben de çocuklaşıyorum ve onun yaşında oluyorum…
Ben bu mütevazı hayatımı yaşarken nasıl da mutlu ve mesudum bilseniz… Dünyada bu insanlarla beraber olmak, aynı çatı altında, güven içinde, yürek yüreğe yaşamak kadar güzel daha ne olabilir? Ben hiç evlenmedim ama Ayşe’yle, Kerem’in mutluluğu benim mutluluğum oldu. Didem bebeği kucağıma verdiklerinde nasıl da ağlamıştım. Oğuz “Anne- baba” demeden önce bana “Dede” demişti…Onlar bana Allah’ın bir nimetiydi. Onlar benim çocuklarım ve torunlarım olmuştu.
Şimdi artık Ayşe kızımın da, Kerem oğlumun da saçlarında sayısız beyazlar var. Yüzlerindeki çizgiler hayatın onlara getirdikleri kadar derin.. Ben onlarla mesudum ama onların benimle mutlu oldukları için de ayrıca çok daha mutlu ve mesudum…
|