Nihayet evden çıkabilmiştim; üstelik tam zamanında. Bir an evvel gara gidebilmek için sabırsızlanıyordum. İlk gördüğüm taksiye işaret edip durdurdum ve arabaya bindim. Bugün trafik korktuğum gibi fazla yoğun değildi; bu yüzden, trenin gelme saatinden çok evvel gara gelebilmiştim. Yolcumu beklerken, heyecanımı biraz olsun bastırabilmek için büfeden birkaç gazete alıp, boş bir banka oturdum ve beklemeye başladım. Gardaki yolcuların hareketliliğinden doğan uğultulu sesleri, çocukların koşuşturmalarını, sık sık gelen ve giden banliyö trenlerinin seslerini duysam da aklım tamamen başka yerlerdeydi. Kucağımdaki gazeteleri okuyamayacağımı, kendimi okumaya veremeyeceğimi anlayınca onları katlayıp çantama koydum. Ve yine derin düşüncelere daldım…
“Şimdi yaşlı bir kadındım ama bütün bu geçen yıllar içinde, hala üstüme yapışıp kalan, adeta hücrelerime işlemiş olan “Yalnızlık” duygusunu bir türlü üstümden atamamıştım. Bebekliğimden itibaren, şimdi bana çok uzaklarda olan, hatırlamak dahi istemediğim o kasabadaki kimsesiz çocukların barındığı yurtta büyümüş olmak, arada geçen bunca yıllara rağmen, hayata olan kırgınlığımı hiç hafifletmemişti. Sanki içime kök salmıştı ve bu yaşıma kadar o kökleri benliğimden asla söküp atamamıştım. Oldukça kötü koşullarda, her bakımdan kötü durumda olan bu yurtta yetişip, büyümeye çalışmak, hayatımın en şanssız dönemleriydi diye düşünmüşümdür hep. Öyle ya, nispeten daha iyi şartlarda olan onca çocuk yurdu varken…Hayata karşı olan öfkem, çocukluğumdan beri içimde hep bastırılmış, halı altına süpürülmüştü ama esasında bende derin kırgınlıklara dönüşmüş olarak içimde öylece kalmıştı.”
*
Her şey böyle alışıla gelmiş bir halde sürüp giderken, birkaç gün evvel evime kargoyla gelen bir mektup aldım. Mektupta, Annemin sağ olduğunu yazıyordu. Sanki birden vurgun yemiştim. Yanımdaki koltuğa adeta çöküverdim. Bu nasıl olabilir di ki?! Hiç mümkün müydü?! Mektup, doğma büyüme yaşadığım Kasabanın Muhtarından geliyordu ve mektubun sonunda aramam için bana şimdiki Muhtarlığın telefon numarası verilmişti. Üzerimdeki şaşkınlığı biraz atınca, bu işte bir yanlışlık olabileceğini düşünüp telefonundan Muhtarlığı aradım. Telaştan elim ayağıma dolanıyor, nefesim daralıyordu. Öyle ya, ben henüz minicik bir bebekken yurda bırakılmıştım; orada yaşadığım yıllar boyunca ailem neredeydi? Bir kerecik bile aranmamış ve hiç sorulmamışken!... Kafamda bin bir soruyla cebelleşirken sonunda Muhtardan biraz bilgi sahibi olabilmiştim. Telefonu kapattığımda karmakarışık duygular içindeydim. Muhtardan aldığım bu yeni habere göre, beni yurdun kapısına bırakıp giden annemmiş ve kundağıma iliştirdiği, ismimin de yazılı olduğu kağıdı bırakan da oymuş. İlk aklıma gelen şu olmuştu. Belki de annem ileride bir gün beni bulmak isterse ve bir karışıklık olmasın diye bana üç isim birden koymuş olabilir miydi? Melek Celile Gülnaz; doğrusu bu çok akıllıcaydı; öyle ya, aynı isimlerden adaş çok olabilirdi ama üç isimle de adaş olunacak değildi ya! Annem beni yurda geçici olarak bırakmış olabilir miydi? Belki de o anlarında beni terk etmeye çok mecbur kalmıştı.
Beklediğim yolcumdan dolayı şimdi tüm hatıralarım yeniden canlandığı için, bir türlü anılarımdaki düşüncelerimden kopamıyordum; oysa Hüseyin’le evlenip de unutmak istediğim kasabadan ve yurttan ayrılalı tam kırk sene olmuştu. Kırk uzun sene!...
“Hüseyin, hayatı boyunca benim tek dostum olmuştu. Biz aynı yaştaydık ve diğer çocuklarla aynı yurtta aynı kaderi paylaşıyorduk. Hüseyin de, benim gibi içine kapanık, sessiz bir çocuktu. Daha küçücük bir çocukken dahi biz hep birbirimizi, bizden büyükçe acar çocuklardan, insafsız bakıcılardan koruyup kollardık. İkimiz de, korkunun ve çaresizliğin verdiği eziklikle birbirimize hep arka çıktık, birbirimize destek olduk; olabildiğimizce tabii ki.
Yurtta yaşımız dolduğunda ve ikimiz de kapının önüne koyulduğumuzda, henüz yaşımız on sekizlerdeydi ve gidecek hiçbir yerimiz, kapısını çalacak hiçbir yakınımız yoktu. Dışarıya bırakıldığımızda kendimizi birdenbire adeta koca dünyada çırılçıplak kalmış gibi hissettik. Kaygılar ve korkular içinde kalakalmıştık…
Hüseyin’le aramızda hiç aşk veya heyecan falan yoktu ama biz birbirimize ağır bir bağlılıkla bağlıydık. Bizim bir daha birbirimizden kopmamıza imkan yoktu. Biz evlendik ve bu sıkı dostluğumuzla birlikte bağlılığımız da, onun geçen yıl vefat edişine kadar devam etti; bu yüzden o amansız “Yalnızlık” duygum, içimde tekrar tazelenip, ön plana çıktı…
*
“Yurttan çıkarılıp da kapı önüne konulduğumuzda, ne yapacağımızı bilemeden, kaygılar ve korkular içinde kasabanın sokaklarında öylesine başıboş dolaşırken, yeni inşa edilmiş altı, yedi katlı bir otel gözümüze ilişmişti ve otelin kapı camına tutturulmuş bir kağıt dikkatimizi çekmişti. Cama yaklaşıp da yazıyı okuduğumuzda ise ikimizde çok heyecanlanmıştık; çünkü, o kağıttaki ilanda, otelde çalışmak için temizlikçiler arandığı yazılıyordu. İkimiz de içeriye çekinerek girmiş ve doğruca resepsiyondaki yaşlı adama yaklaşmıştık. Babacan görünümlü bu adama derdimizi olduğu gibi bir bir anlatmıştık. Adam hem Hüseyin’i dinliyor, hem de bize üzülmüş bir yüz ifadesiyle bakıyordu. Yurttan o gün çıkıp da beş parasız ortada kalışımız onu oldukça etkilemiş görünüyordu. Sonunda bize gerçekten inanmıştı ve bizi işe almıştı; üstelik, henüz tek tük müşterisi olduğu için şimdilik boş olan en alttaki misafir odalarından birinde geçici olarak kalabileceğimizi söylemişti. İşte o an, evet o an Allah’ın yüzümüze güldüğü andı bizim için.Yanımızdaki üç- beş parça eşyalarımızın olduğu plastik çantalarımızla birlikte odaya girdik. Otel sahibinin de dediği gibi geniş odanın tam orta bölmesindeki koyu renkli, mat desenli cam kapı ,odayı tam manasıyla ikiye bölmüştü; böylece bu geniş oda, iki odalı bir yer olmuştu. Bu cam kapı, aynı zamanda yatağımızı da, dolayısıyla bizi de ayırmış oluyordu. Anlaşılan, yaşlı adam bu yüzden bize iki anahtar vermişti. Onun, kapıdaki yazılı ilanda da okuduğumuz gibi, acilen temizlikçi iki elemana ihtiyacı vardı ve ikimizin de bekar oluşunun ve aynı odada kalışımızın, onun için önemi yoktu; sonuçta o bize iki anahtarla, iki ayrı yatak vermişti. Kendince, kendine düşeni yapmıştı…
Biz ikimiz, odaya girer girmez çantalarımızı açmış ve içinden en eski ve kötü olan kıyafetimizi seçip giyinmiştik bile; anında işe koyulmaya hazırdık. Otel sahibinin karşısına çıkıp, temizlik malzemelerinin nerede olduğunu sorduğumuzda, adamcağız bize şaşkınlıkla bakakalmıştı. Daha temizliğe başladığımızın akşamında, beş parasız olduğumuzu bildiği için, bize ilk avansımızı da vermişti. Biz işimizden, dolayısıyla da ekmek kapımızdan çok memnunduk; korktuğumuz gibi sokaklarda kalmamıştık. Otel sahibi ise, yapılan olumlu işlerden dolayı, bize karşı hep güler yüzlüydü. Çalışmaya başladığımız ilk günden itibaren yemeğimizi ve kahvaltımızı da otelden yiyip içiyorduk…
Aldığımız ilk maaşla, gidip boncuk ve süs eşyaları satan küçük bir dükkandan, kendimize iki adet sarı kaplama nişan yüzüğü aldık ve kendi kendimize yüzüklerimizi takıp nişanlandık. Bunu utana, sıkıla patronumuza da söylediğimizde, patron o akşam odamıza kutlama olsun diye bize birer şişe gazozla birlikte, büyük bir tabak içerisinde küçük pastalar ve kurabiyeler göndermişti…Bir ay sonra da, otelde küçük bir törenle kıyılan nikahımızla dünya evine girmiştik. Bu küçük kasabadaki otelin müşterisi hala tek tüktü ve biz bu yüzden hala otelin boş konuk odasında yaşıyorduk. Zaman içinde odamıza aldığımız ufak tefek eşyalarla biz bu odayı artık kendi evimiz gibi görmeye başlamıştık…
Aylar geçtikçe çalışkanlığımızla, dürüstlüğümüzle patronumuzun sonsuz itimadını kazanmaya ve onun yüzünü güldürmeye devam ediyorduk. O bizim velinimetimizdi ve ona karşı son derece minnet duyguları içindeydik…
Hüseyin’in çalışkanlığı ve dürüstlüğü yüzünden, otel sahibi onu temizlik işlerinden alıp, otele müdür yaptığında ise dünyalar bizim olmuştu sanki. Ama bu durum fazla uzun süremedi; zira zaten oldukça yaşlı olan patronumuz vefat etti. Otel patronumuzun tek evladı olan kızına kalmıştı. Damadı otele gelip işin başına geçince, adamın beceriksizliği yüzünden, işler kısa sürede alt üst olmaya başladı…Hüseyin’le artık bu otelde kalmamaya karar verdikakşam, zaten üç- beş parça olan eşyamızı toplayıp trenle bu büyük şehre göç ettik. Kaldığımız en ucuz otelde, aldığımız gazetelerdeki ilanlara bakıp, yine kendimize Otel işi bulduk. Zaman içinde Hüseyin, sık sık iş değiştirip sonunda kendine en uygun işi bulmuştu; o artık büyük, turistik bir otelin müdür yardımcılığını yapıyordu. Bu durum, yüzümüze gülen ikinci büyük şanstı bizim için…Az da olsa birikmiş paramızın çarçur olmaması için kendimize küçük bir daire almıştık. Hüseyin yeni işine şevkle devam ederken, ben de evimizin borçlarını ödeyebilmek için, evde giysi tamiratları yapıyor, dikiş dikiyordum.”
*
Garda oturmuş gelecek yolcumu, Annem olduğunu söyleyen kadını beklerken derin düşüncelere dalıp gitmiştim. Telaşla saatime baktığımda ise trenin gelmesine daha yirmi dakika olduğunu gördüm. Beklediğim kadın acaba gerçekten benim Annem olabilir miydi? Kendisi neye dayanarak böyle bir iddiayla beni bu yaşında aramalara kalkmıştı bilmiyordum ama demek ki onun bildiği bir durum vardı. Hem Muhtar, kadının soyadıyla benim soyadımın da aynı olduğunu söylemişti; üstelik üç ismimi de bilmesi heyecanımı had safhaya çıkarıyordu. Niye beni yanına çağırmayıp da, o bana geliyordu bilmiyordum ama bunda da bir sebep vardır elbet diye düşünüyorum. Ne olursa olsun, bunca sene sonra da olsa, beni aramalara kalkan ve beni bulmak için onca yoldan buralara gelen yaşlı bir kadına, kızgınlık duyacak halim yoktu. Benim kırgınlıklarım hayatıma ve kaderime karşıydı ve ben ölünceye kadar içimde devam edebilirdi ama Annem olduğunu söyleyen bir kadına asla kızgın olamazdım. Kaldı ki, beni bırakıp da terk edişinde, gerçekçi bir neden olabilirdi. Olmasa dahi, ona kızgınlık, öfke duyacağımı hiç sanmıyordum. İçimden, onun gerçekçi bir nedeni olmuş olmasını dilememe ve temenni etmeme de mani olamıyordum…
Garda verilen anonstan trenin yaklaştığını duyduğum anda, biraz sakinleşmiş olan kalbim tekrar hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Heyecandan sırtım, alnım ter içindeydi ve yüzüm alev alev yanıyordu. Sonunda gara gelen trenin durmasını bekleyip, bana söylendiği gibi üçüncü vagona doğru yürüdüm ve vagon kapısının tam önünde durdum. Kapılar açılır açılmaz, sırt çantalarını yüklenmiş gençler, sabırsızlıkla hemen basamaklardan aşağıya atlayıp hızla dışarıya çıktılar. Yaşlı, genç herkes bavullarıyla, çantalarıyla trenden inmeye çabalarken, karıkoca oldukları her hallerinden belli olan, ben yaşlarda bir çift gördüm. Ak saçlı, yaşlı bir kadını ortalarına alıp kollarına girmişlerdi. Elim ayağım birbirine dolanaraktan onlara doğru zorla, bir iki adım atabildim; onlar da bana baktılar ve ben yaştaki kadın bana dönüp sordu.
--Affedersiniz! Biz bir hanımı arıyoruz da! İsminiz nedir acaba?
Onları hemen cevapladım; bu arada, yaşlı kadından da gözümü ayıramıyordum.
--İsmim, Melek Celile Gülnaz, dedim; gülümsemeye çalışarak.
Kadın, kendisine verilen kağıttaki isme baktı ve yine sordu.
- Kusura bakmayın lütfen ama sormalıyım; kimliğiniz yanınızda mı acaba? Dedi
- Tabi tabi, bir dakika, deyip çantamdan aceleyle çıkardığım kimliğimi onlara uzattım. Kimliğimi yakın gözlüğüyle inceleyen kadının kocası ikna olmuştu. Bana kimliğimi geri verirken bakışlarıyla bir nevi benden özür diliyordu.
-- Kusura bakmayın, emin olmadan bu yaşlı hanımı size veremezdik. Çünkü o da sizi tanımıyormuş. Trende bize bu şekilde emanet edildi…Şey; Muhtar bey, aynı zamanda bizim komşumuz oluyor efendim...
Kadın söze girdi,
-- Biz emanetimiz hanımı size teslim edelim de, onu daha fazla yormayalım, üşütmeyelim, dedi ve annemi bana oracıkta teslim etti; yanlarında getirdikleri anneme ait bir el çantasıyla, ufak bir valizi de bana vermeyi unutmadılar…
Onlara teşekkürler ederken, farkında olmadan artık bana emanet edilen Annemin koluna girmiştim bile; çünkü, oldukça zayıf ve nahif haliyle ayakta zor duruyor gibiydi. Ben bu yabancı çiftle konuşurken annem sürekli yere baktığı için, onun yüzünü tam olarak seçememiştim ve onunla yüz yüze, göz göze gelmenin sabırsızlığı içindeydim. Bir kolumda Annem, diğer kolumda çantalar olduğu halde gardan içeriye girer girmez, daha ilk banka onunla birlikte çöker gibi oturduk. Çantaları yanıma bırakıp, onun hala ısrarla yere bakmakta olan yüzüne baktım. Elimle çenesinden tutup buruşmuş, oldukça çökmüş yüzüne, yaşlar süzülen gözlerine baktım. İnanılmaz bir duyguyla ben onun yüzünde ve gözlerindeki derinliklerde Annemi gördüm. Anında bundan emin oldum. Onun bakışlarındaki onmaz acıyı, yüzüne vuran ağır ezintiyi gördüm. Yüzündeki her çizgiye sinmiş yılların ıstırabını gördüm. Ben onda sanki kendimi gördüm… Cebimden çıkardığım kağıt mendille usulca onun yüzünü sildim. Tekrar yere eğilen başını ellerimle okşar gibi kaldırdım ve onu bir çocukmuş gibi bağrıma sımsıkı bastırdım. Ak saçlarına yüzümü gömdüm; yanaklarını öptüğümde, ikimizin de gözyaşları birbirine karışmıştı. Gardan çıktığımızda, hayatımdaki en büyük eksikliği “Yalnızlık” duygusunu, hayata olan tüm kırgınlıklarımı, kökünden sökmüş atmış, hepsini garda bırakmıştım. Hayatım boyunca hiç bu kadar hafiflediğimi, netleştiğimi hatırlamıyordum…
Binmiş olduğumuz takside annemle el ele evimize, bizi bekleyen sıcak yuvamıza yol alırken, hayatımda hiç olmadığım kadar mutlu ve mesuttum…
|