Genç adam, minibüsten inince üstünü başını düzeltti ve alnına düşen saçlarını eliyle arkaya doğru sıvazladı. Yol boyunca elini cebinden çıkarmamıştı hiç. Tekrar cebindeki parasını kontrol etti, bugün aldığı maaşı cebinde duruyordu; elinde olmadan burun kıvırdı ve kendi kendine söylendi “ Maaşta maaş olsa... bu koşuşturmaya.” Yerde gördüğü teneke kutuya topa vurur gibi bir tekme savurdu. Boş kola kutusu, taşlı topraklı yolda epey ses çıkararak yandaki arsaya savruldu; sesten korkan iki sokak kedisi, eşeledikleri çöp torbasını bırakıp hızla kaçıştılar. Celal, her zamanki gibi yine epey yürüdü, çıktığı yokuş burada aniden bitiyordu; bundan sonrası, yokuş aşağı olduğundan insanı daha az yoruyordu. Kuru havalarda çokta dert değildi ama yağışlar başladığında balçık çamurda kayıp düşmeden yürümek için epeyi dikkatli olmak gerekiyordu. Celal’in karısı Ümran “Yol, yol değil sırat köprüsü mübarek” derdi. Yokuş aşağı inmeden önce durdu Celal, biraz soluklandı, sigarasından son bir nefes çekti ve izmariti yere atıp, ayakkabısının ökçesiyle ezdi; daha sonra ellerini pantolon ceplerine sokup hemen yanı başındaki akasya ağacına yaslandı ve aşağıdaki yoksul mahalleyi seyre daldı.
Doğup büyüdüğü şu gecekondu mahallesi, mevsimin bahar oluşundan mıydı neydi her şeye rağmen güzel göründü gözüne. Aşağıdaki yeşillik ne güzeldi, dutluktu her yer. İncir, ceviz, iğde ağaçları, derme çatma alacalı bulacalı, soluk badanalı evlerin çatılarını örtmüştü nispeten. Yağmurda, karda, çamur deryasında çekilen çileler nerdeydi?
Celal hiç acele etmeden, hala elleri pantolon ceplerinde olduğu halde yokuş aşağıya inmeye başladı; hem yürüyor hem de düşünüyordu “ Bu çukur mahalleyi her sene ama her sene yağmurlardan dolayı sel basardı. Çoğu kez, mahallenin ortasından geçen pis kokulu dere taşardı. Evler, barakalar yarı bellerine kadar sel sularına, sel çamuruna gömülürdü ve çoğu kez kümeslerdeki hayvanlar telef olurdu. Buralarda oturanlar koca kış, soğuktan ve yağıştan dolayı, hiç bir şeylerini kurutamazlardı. Hava biraz açacak gibi olsa, hemen fırsat bilinir, yataklar, yorganlar, kilimler ağaç dallarına ve çamaşır iplerine asılırdı. Yaşlıların hastalıkları, ağrıları artar, bütün kış çocukların burunları akardı.”
Genç adam, hiç acelesiz hem yürüyüp hem de düşünmeye devam ediyordu. “Yaz gelince de ayrı bir dertti; derenin yoğun lağım kokusu, evlerde fareler, hamam böcekleri, sivrisinekler, karasineklerden rahat yüzü görmezlerdi hiç.”
Celal’in az önce yeşil ağaçlar içinde güzel bulduğu mahallesi, şimdi yerini iğrençliğe bırakmıştı; hiç de hoşuna gitmeyen bu düşüncelerinden sıyrılmak için adımlarını hızlandırdı. Epey bir yürüdükten sonra, nihayet bakkal dükkânı görünmüştü; az sonra dükkâna dalar gibi içeriye girmişti bile.
Bakkal Niyazi, tezgâhının arkasında ayakta durmuş, önündeki kirli deftere bir şeyler yazıyordu. On- on bir yaşlarındaki çırak, içeriye giren Celal’i görünce, yerleri süpürmeyi bırakıp hınzırca bir bakışla ustasına seslendi.
—Niyazi abi, bak kim geldi!
Bakkal Niyazi, başını kaldırıp Celal’i görünce, o da yarı alaycı bir gülüşle cevap verdi.
—Vay vay vaaay, demek Celal bey geldiler, hoş geldiler… tabiî ki boş geldiler!
Celal, hiç mi hiç kızmazdı Niyazi’ye, onlar doğdukları günden beri arkadaştılar; ikisi de bu mahallede büyümüşlerdi ve ne çilelerle bu günlere gelmişlerdi. Çırak çocuk, biraz daha eğlenmek için üsteledi.
—Celal abi, hoş mu geldin, boş mu geldin? . Bak Niyazi abim soruyor! dedi.
Celal,
-- Get lan, dalga geçmeyi bırak da işine bak sen, süpürgeci başı! diye terslendi şakacıktan; sonra, cebinden bir miktar para çıkarıp, tezgâhın üstüne attı. Niyazi, önüne atılan paraya hiç dokunmadan şöyle bir baktı,
— Ne lan bu? diye aksileşerek sordu.
-- Ne olacak, yüz elli gayme! Beğenemedin mi?
--Yüz elli gayme mi?! Senin borcundan haberin var mı?! Tam tamına dört yüz yetmiş beş lira!
Niyazi, bir yandan da, önündeki defterin sayfalarını acele acele çeviriyordu. Kulağının arkasına soktuğu kalemini alıp defterdeki borç hanesine işaretlediği rakamı, arkadaşının göz hizasına uzattı.
—Bak şuraya! Bak işte, ne yazıyormuş borcunuz?!
Celal elinin tersiyle defteri itti.
—İyi işte, sen öyle diyorsan öyledir, inkâr mı ettik?!
Çırağa döndü,
--Hadi sallanma bücür! Bana şurdan bi büyük ver!
Çırak yeteri kadar eğlenmişti, onu duymazlığa geldi ve dışarıya çıkıp kapı önünü süpürmeye başladı. Niyazi, sabır çeker gibi bir tavırla arkasındaki raftan bir şişe büyük rakıyı alıp, eski bir gazete sayfasına sardı ve tak diye tezgâhın üstüne, tam da Celal’in önüne bıraktı. Genç adam şişeyi kapar gibi aldı ve gitmek için hemen kapıya yönlendi.
Niyazi,
--Hop hop! Parayı görelim hele! diye çıkıştı arkadaşına.
Celal, dükkândan hızla çıkarken, arkasına bile bakmadan cevap verdi.
__ Yaz deftere!
|