Celal ve Ümran
Celal, elinde gazete kâğıdına sarılı büyük rakı şişesiyle, evine doğru giderken
Niyazi’yi düşünüyordu, “ Bütün gün tezgâh arkasında pinekliyor kerata, senelerdir ne uzadı ne kısaldı, hazırdan dükkâna konmuş, daha bir fırça boya çekmedi duvarlara. Tembel herif, nasıl içi daralmaz pineklemekten, hayret yahu” diye kendi kendine söyleniyordu.
Celal, değil bu baraka gibi dükkânda kapanıp çalışmak, kocaman fabrikalarda bile boğulurdu. Çalışırken serbest olmalıydı, tıkılıp kalamazdı öyle iş yerlerinde o, içeri dışarı koşuşturmalıydı. Tamam, karısı çalıştığı fabrikadan her ay aldığı düzenli bir maaş alıyordu ve sosyal sigortası vardı; mantıklı şeylerdi yani ama kendisi için değildi bütün bunlar. Oldum olası denizi seviyordu o, denizin olmadığı yerde yaşayamazdı sanki. Denizi görmeden, kokusunu, sesini duymadan yapamazdı… Ona öyle gelirdi.
Niyazi ile çocukken az mı olta sallamışlardı denize, çaparileri istavrit dolardı salkım saçak; mahallede komşuların, kedilerin bile karnı doyardı. Denizde olmalıydı onun işi; bu yüzden Celal, bu işi bulduğunda ne çok sevinmişti.
Patronunun marinadaki yatında çalışıyordu şimdi. Ama ne çalışmak! Patronu Fahri Bey, ailesiyle veya dostlarıyla, geziye çıksın çıkmasın, yatın bütün işleri Celal’e aitti; gündüz bekçiliği, temizliği, bakımı, tamiri, alışveriş işleri hep ona bakıyordu.
Fahri Bey, bir gün kendisini yanına çağırıp, lafı hiç döndürüp dolaştırmadan ona şöyle demişti. “Celal, bak sana bir önerim olacak” Sonra, onun cevabını beklemeden, sözlerine devam etmişti. “Bizim marinada amatör kaptan kursu başlamış, böyle yatlar ve tekneler için falan; ücreti neyse ben öderim. Bence sen bu kursa yazıl Celal; hani olur da, açık denizdeyken başımıza bir hal gelebilir, kaptanımız Sadık Bey hastalanabilir, yani her ihtimale karşı amatörce de olsa, kaptanlıktan da bilgin olsun derim, ha ne dersin?”
Celal, adamdan tokat yese bu kadar afallamazdı. Fahri Beyin yanından ayrılırken ağzı kulaklarına varıyordu adeta. Daha ilk günden kendi kendine gelin güvey olmaya başlamıştı bile, rütbe atlamıştı sanki, uçuyordu Celal; hayallerinin haddi hesabı yoktu.
Daha sonra gittiği ( Amatör Kaptanlık ) kursundan aldığı belgeyi, patronuna gururla göstermişti; Fahri Bey bayağı memnun olmuş, elini sıkıp tebrik etmişti Celal’i.
Çocuklar, anahtarla açılıp sertçe kapanan dış kapının sesini duymuşlardı ve üçü de, odanın bir tarafına gidip, sessizce ellerindeki kırık dökük, plastik oyuncaklarıyla oynamaya başlamışlardı.
Ümran mutfaktaydı, çarpan kapının sesini duymamıştı ama çocukların sesi çıkmayınca, kocasının geldiğini anladı. Ellerini mutfak havlusuna kurularken, eğilip içeriye baktı,
— Sen misin? diye seslendi kocasına.
— Benim, dedi Celal bıkkınca.
Ümran mutfaktan çıkıp onun yanına geldi ve her zaman yaptığı gibi, kocasının çıkardığı ceketini alıp tahta askılığa asarken, o da Celal gibi oldukça yorgun ve bıkkın görünüyordu.
— Hoş geldin, ben sofrayı hazırlayayım, dedi ve kocasının elindeki içki şişesini de alıp, mutfağa döndü.
Celal ayakkabılarını eşiğe yakın çıkarıp, plastik terliklerini giydi ve ellerini yıkamak için musluğa gitti.
Ümran, şişeye sarılı kâğıdı buruşturup çöpe attı ve şişeyi serinlemesi için mutfağın en kuytu yerinde duran, içi su dolu bakır bakracın içine daldırdı; aynı bakraçta, soğuması için doldurulmuş su şişeleri de duruyordu. Genç kadın, biraz evvel kızartma yaptığı tavadaki yanık yağı, tekrar süzerek bir kaba boşalttı, soğuması için mutfak penceresinin dışına koydu ve dibindeki tortu aksın diye tavayı taş lavaboya ters çevirip bıraktı. Bütün ev patlıcan biber kızartması kokmuştu. Ümran çocuklarını, kocası gelmeden önce doyurmuş, içeride onların yataklarını da hazırlamıştı; çocuklar, uykuları gelince, kendi kendilerine uyur kalırlardı zira Celal, içkisini içerken etrafta çocuk sesi duymak istemezdi.
Ümran ve Celal, sabah erkenden işlerine gitmek için evden ayrılırlardı, çocuklar henüz uyuyor olurdu. Ümran’ın artık oldukça yaşlanmış olan anne ve babası da, aynı mahallede oturdukları için, kendilerinde de olan anahtarlarıyla gelip, kapıyı açarlar ve akşama kadar torunlarıyla ilgilenirlerdi.
Ümran, kocasına hazırladığı kızartmanın üstüne sarımsaklı yoğurdu boca etti, daha üste de ince kıyılmış maydanozu serpiştirdi. Rakı şişesini ve su şişesini serin suyun içinden çıkardı ve bir beze kurulayıp sofraya getirdi. Yemeğe oturduklarında Celal içkisini bardağına boşaltırken, Ümran’da tabaklara, yemekleri koymaya başlamıştı.
Yemeğini ağır ağır yerdi Ümran ama yine de kocasının ilk dublesini bitirdiğinde, o da yemeğini bitirmiş olurdu. Zaman bir türlü geçmek bilmezdi, saatler sürerdi sofrada beklemesi. Celal’in içkiliyken de öyle bağırıp çağırması yoktu ama kuralları vardı; o, sofrada anlatırken sözünü kesemezdi Ümran, kalkıp çocuklarının üstünü örtemezdi ve kocasının içkisinin son yudumuna kadar, konuşmasının bitmesini beklerdi. Kocasının sızmasını beklerken bazen üç saat, bazen beş saat sofrada otururdu. Anlatırdı da anlatırdı Celal, hep aynı konu aynı kızgınlık. Saatler geçtikçe, içkisini içtikçe öfkesi artar, dili peltekleşir, hızını alamaz, kendi göğsüne yumruğunu vura vura, kendince haksızlıklara dair konuşurdu da konuşurdu. Dişlerini sıkar karısına doğru eğilip, tıslar gibi konuşurdu.
— Esas ben kaptan olacaktım ki, canına okuduğumun patronu, bak koşuşturur muydu beni sağa sola… Neymiş efendim, kıvırcıkta var mıymış? Taze soğanla kırmızıturpu unutmamak lazımmış… İçkiler yeterlimiymiş… Tuvalet kâğıtları tamam mıymış? Şu işe bak sen yahu… kıçlarını da ben yıkayayım bari!…Öbür kaptan olacak herif var ya... Herif tıraş kokusundan geçilmiyor ha! Neskafesi camın önünde, elinin altında… Kaptan şapkasını da geçirdi mi kafasına, sanırsın paşa!… sanki sadrazamın sol ta.. ğı mübarek!
Böyle uzar giderdi kocasının tek kişilik muhabbeti. Uykusu gelirdi, yorulurdu, bıkkınlaşırdı Ümran; oysa, kocasından sadece bir saat evvel gelirdi eve. İçkisi bitince nihayet sızardı Celal.
Bu akşam da her akşamki gibi sofrada uyuklamamak için, yine düşüncelere dalmıştı genç kadın. Celal’in peltekleşen konuşmalarını duymuyordu artık, sadece dinler gibi yapıyordu.
|