Minik burunlar soğuktan pembeleşmiş. Nefesler buharlı. Gururlu öğretmenler hazırolda, göğüsler önde, başlar dik. Tam bir sessizlik... Hepimiz bugün Ata’mızı anmaya geldik. Saat dokuzu beş geçiyor. Sirenler çalıyor. Hepimiz duruyoruz, çocuklar duruyor, veliler duruyor, öğretmenler duruyor, yayalar, yolda araçlar duruyor. Kuşlar bile uçmuyor sanki, zaman duruyor.
“ Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız bu kafidir.”, diyen Ata’mızı anmaya...
“ Hiçbir millet yoktur ki, ahlak esaslarına dayanmayadan ilerleyebilsin.”, diyen Ata’mız...
“ Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.”, diyen.
“ Biz cahil dediğimiz zaman mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir.”, diyen Ata’mız.
“ Efendiler, yarın CUMHURİYETİ ilan ediyoruz!”, diyen Ata’mızı anmak için...
Bekliyoruz...ve sirenler çalmaya başlıyor. Minik bedenler hafiften kıpırdar mı diye bakıyorum ama yok, hiç hareket yok. istiklal marşımız çalmaya başlıyo ardından ve o an anlayamadığım bir şekilde gözlerimden yaşlar boşalmaya başlıyor. İstemsiz bir şekilde ağlıyorum. Yanımda duran küçük oğlum bana bakıyor. Bana baktığını hissediyorum. Marşımız bitince bir kıpırdanma oluyor ve oğlum bana sarılıyor.
“ Anneciğim, neden ağladın? Üzüldün mü?”. Ağlamaklı bakıyor gözlerime. Anlatmaya çalışıyorum ona neden üzüldüğümü. Ama neresinden başlayayım? Vatanın dört bir tarafına çekilen düşman bayraklarını mı anlatayım. İdam edilen vatanseverleri mi, işkence görenleri mi, tecavüz edilen kadınlarımızı mı, kanlarıyla bu toprağı sulayan gencecik evlatları mı, camilere doldurulup yakılan köy halkını mı, İngiliz zulmünü mü, Ermeni eziyetini mi, Fransız mezalimini mi, Yunan postalını mı anlatayım? Yokluğu mu, fakirliği mi, çeyizini vatana feda edenleri mi, askerine çorap ören ince parmakları mı, o çorapları örerken “ benim ördüğüm çorabı giyen asker İzmir’e ilk girecek asker olsun”, diye dilek dileyen gönülleri mi, bayrağını sandığında saklayıp düşman defedilince asarım diyenleri mi, yavrum babasız büyür ama vatansız büyümez diyerek şehadete koşanları mı, düşman cephanesinden çalıp milli mücadeleye silah taşıyanları mı, aç yatan ama vatan bekleyenleri mi, gün yüzü görmeden şehit düşenleri mi, evlat hasreti çekerken “ vatan sağolsun” diyebilenleri mi, idam fermanı boynunda gezerken vatan savunanları mı, nereden geleceği belli olmayan güzel günlere olan inancı mı, bir ömrün vatana hediye edilmesini mi...
Bir kaç saniye sustum ve oğluma baktım, “ Atatürk’ümüz için ağlıyorum anneciğim. Yıllar önce bu gün onu kaybettik. Onu sevdiğimiz için ağlıyorum.”
Oğullarıma Atatürk’ü, Milli Mücadelemizi elimden geldiğimce anlatmaya çalışsam da henüz çok küçükler. Ağladığımı gören oğlumun o an tek düşüncesi annesinin üzülmesinin biran evvel geçmesi olduğu için onu daha fazla üzmek istemiyorum ve gözyaşlarımı silerek ona sarılıyorum.
“ Üzüntüm geçti çünkü bak burası onun evlatları dolu. Bu ülke onun evlatları ile dolu. Hatta dünya da bile o kadar çok evladı var ki onun aydınlık düşüncelerine inanan, bunları düşününce üzüntüm geçti. Seviniyorum şu an hatta. Bak gülümsüyorum.”
Oğlum yüzüme bakıyor. Güldüğümü görünce o da gülümsüyor. “ Ben de onun evladıyım değil mi anne?”
“ Evet oğlum, sen de, abinde onun evlatlarısınız ve Ata’mızın fikirlerini, duygularını tüm dünyaya duyurmak için büyüyeceksiniz. Tıpkı bu vatanın diğer evlatları gibi...”
|