Sabahları çocuklarımı okula götürmek için evden çıkıyorum. Arabanın motoru ısınana kadar soğuk oluyor. Ne kadar kalın giyinsek de soğuğu hissediyoruz. Sonra evimizin sevimli dostu minik Zeytin’imizi dışarda dolaştırıyorum. Baharda sorun yok ama bu zemheride gerçekten zor oluyor. Kendimi arabaya zor atıyorum. Tüm bu üşüme süreci boyunca aklımdan bir şey geçiyor; Sarıkamış.
Nasıl binlerce, on binlerce yurt evladı bu kadar düşüncesizce ölüme gönderildiler; anlamak mümkün değil.
Biz bunca poların, kabanın, botun içindeyken ve biraz sonra sıcağa kavuşacağımızı bildiğimiz halde soğuğa dayanamazken o mazlum askerlerimiz yazlık giysilerin içinde, erzaksız, aç ve yürüyerek yollara düşürüldü; düşünmeden edemiyorum.
Sarıkamış felaketinin birinci sorumlusu Enver Paşa ile ilgili gerçekten ilginç yorumlar dolaşıyor. Bir kahraman olduğuyla ilgili, iyi bir komutan olduğu ile ilgili. Ama ben okuduklarımdan, araştırdıklarımdan bu sonucu çıkartamıyorum. Üstelik Sarıkamış felaketinin ardından ne yargılandı, ne de kendisinden bir hesap soruldu. Hatta tarihçimiz Sinan Meydan’nın kaynaklarından edindiğimiz bilgiye göre kendisi yedi yıl bu felaketi saklamayı başardı, Sarıkamış’la ilgili yayın yasağı getirti. Birinci dünya savaşının kaybedilmesinin ardından da ardına bakmadan ülkeden kaçtı.
Bu ara konuşulan diğer bir konu ise donarak ölen askerlerin sayısının 90 bin değil 40 bin kadar olduğu. Yani bunu duyunca rahatlamamız mı gerek tam anlamıyorum. 40 bin insanın bir kişinin egosu uğruna bile bile ölüme gönderilmesinin neresinde hafifletilecek bir durum var, anlamak mümkün değil.
Hasan İzzet Paşa’nın “ Askeri mahvederiz!” uyarılarına hiç bir şekilde aldırmayan Enver Paşa egosunu önüne katmış giderken eşine mektuplar yazıyordu: “ Cici Sultanım; şimdiye kadar asker ve zabitler kusursuz savaştılar. Ayaklarında çarık, sırtlarında palto bile yok. Sarıkamış önlerine çok az kayıpla geldik. Başarı kesin gözüküyor. Herşey biraz da Hafız’a bağlı... Eğer başarılı olamazsam ben de son askerimle birlikte öleceğim.”
Tam da bunları yazdığı gece onbinlerce asker donarak öldü. Ve onları takip eden bir kaç gün içinde daha da fazla asker dondu ve öldü. Ölüleri gömülemedi bile çünkü toprak donmuştu. Kahraman vatan evlatlarımızın naaşları Srebrenitza’daki toplu mezarlarda gördüğümüz gibi üstü üste karların erimesini bekledi.
Son askeri ile öleceğini söyleyen Enver Paşa ise ölen askerlere bir kere bile dönüp bakmadan İstanbul’a geçti.Çiğiltepe’yi söylediği saatte alamadığı için kendini vuran kahraman askerimiz Reşat Çiğiltepe’nin duyduğu sorumluluğu pek hissetmedi sanıyorum.
Çanakkalede Savaşı’da da Enver Paşa Başkumandandı. Burada da onbinlerce vatan evladı şehit düştü. Çanakkale geçilemedi ancak bu sıra artık Enver Paşa doğru komutanlara doğru yetkileri vermenin önemini çoktan kavradığı için Mustafa Kemal’in istifasını dahi kabul
etmemiş ve doğru bir hamle yapmıştı. Ortak çalışmanın ve işbilen vatansever subaylara, komutanlara doğru görev ve yetkiler ile kazanıldı Çanakkale.
Bu kadar büyük bir zaferden sonra dahi adının anılmaması boşuna değildir. Zira kendisi Mondros Mütarekesi imzalanır imzalanmaz memleketten kaçmıştır. Sarıkamışta eşine yazdığı gibi ölmemiş sıcak bir ağustos günü vatanından çok uzaklarda ölmüştür.
Enver paşa bir vatansever miydi? Elbetteki öyle idi! Başarıları yok muydu? Elbette var! Ama tüm bunlar onun fütursuz bir şekilde ordusunu ileri attığını ve devleti yenilgiyi kabul ettiği anda kaçtığı gerçeğini örtemez. Şunu bilmeliyiz ki tarih balçıkla sıvanmaz ve yorumları farklı olsa da gerçekleri yazar.
Kiminin düşman gelince Kırım’a kaçtığını yazar Enver Paşa gibi; kiminin düşmanı görünce dayanamayarak ilk kurşunu sıktığını yazar; Hasan Tahsin gibi.
|