Bir çizgi film karesi gözümün önünde. Tombul, besili bayan ördek koşmaya başlıyor, hızlandıkça yağlı poposunu eteklerinden yukarı topluyor ve palet şeklindeki ayaklarıyla yere pat pat vurarak hız alıyor, derken… Havalanıyor…
Yıllardır her uçağa bindiğimde, havalanırken bu görüntü gelir gözümün önüne gülümserim.
Yine öyle oldu. Bizim tombul ördek eteklerini topladı ve hopp havadayız.
10.000 metre yüksekte tek bir bulut, sis yok. Yeryüzü uzanıp tutabilecekmişim kadar yakın.
Berrak temiz, tertemiz bir hava. Başımı yukarı kaldırıp baktığımda Satürn’le göz göze geliyoruz. Göz kırpıyor bana. Diyor ki ” sana da şaka yapmaya gelmiyor, sayende artık hangi kara deliğe girsem peşimde bir paparazzi ordusu, anlat dur, gerçekten gacırdıyor musunuz?” Gülümsüyorum, “hele bir dur burası harika doyamıyorum…” diyorum.
Seyretmeye başlıyorum aşağısını.
Huzur denilen duygunun doruğundayım. Bütünün bir parçası olduğumu iliklerime kadar hissediyorum. Ne kadar büyük ve aslında ne kadar küçük olduğumu düşünüyorum. Uçsuz bucaksız dağlar, nehirler, şehirler… Keban baraj gölü bir süre izliyor bizi kıvrılıp bükülerek, olmadık yerlerde tekrar karşımıza çıkarak… Tavandaki ekrandan önce uydudan dünyayı, sonra bulunduğumuz bölgeyi, sonra tamamen zumlanmış halde uçağımızı seyrediyoruz. Bak diyorum babama daha 17 dk. Oldu bineli 450km yol almışız. Bir daha uçağa binmem diye homurdanıyorsun ama 8 saatlik yolu 17 dk vererek satın aldık…
Hayata bütünün üzerinden bakmak, bakabilmek… Sanki geçmişini geleceğini görüyorsun, kucaklıyorsun. O bütünün olmazsa olmaz parçası olduğunu hissediyor, gururlanıyorsun.
Bulutlar sarıyor birden dünyayı. Ben bulutların üstünde, yıldızların altında, öyle bir noktada asılı kalıyorum ki, sanki hiç gitmiyor uçak, boşlukta takılı kalıyorum. Zaman mekân sıfırlanıyor.
Derken, babam servis için dağıtılan peçeteyi göstererek soruyor “ hatırlıyor musun bir ara sen peçete koleksiyonu yapıyordun…”
İçim sımsıcak doluyor birden. 70 yaşına gelmiş babam yaklaşık 30 yıl önce sahip olduğum en değerli koleksiyonumu hatırlıyor. Onca zaman, onca yoğun hayat telaşında biricik kızının çocukluk hobisini hatırlayacak kadar harika bir babam var gururu doluyor dudaklarıma.
Gözümün görebildiği kıvrımlarında dünyanın, çocukluğumu seyre dalıyorum. Ağabeyime inatla bir günde bisiklete binmeyi öğrendiğimi, elim kolum kurumuş kanlarla eve geldiğimde annemin kaza geçirdiğimi sandığı günü hatırlıyorum. Bakışlarımda ki “tek başıma başardım” ın gururu acıyı hissettirmemişti bile bana. Az sonra bizi karşılayacak olan ağabeyimle şimdi bizim çocuklarımızın olduğu çağlarımız bir bir geçiyor gözümün önünden.
Sonra bir mezar başına kapaklanmış ağlayan beni seyrediyorum aşağıda… Sanki bir sinema koltuğundayım ve bütün hayatım bir film olmuş akıyor saate 900 km giden uçağın kanatlarında.
Bir şarkı takılıyor dilime “Memleket mi, Yıldızlar mı, Gençliğim mi daha uzak…” Sevgili Nazım’da belki benim gibi bir uçak koltuğunda düşürdü diline ilk bu kelimeleri kim bilir. Vatanına veda ederken…
Elimi uzatsam hiç birine dokunamayacağımı bildiğim bir nokta burası.
Ve zaman…. Zaman ne kadar kaygan, avuçlarımızda tutamadığımız, sımsıkı sarılamadığımız.
Aşağıda memleketim, yukarıda yıldızlar, 1sn öncesinde gençliğim. Akıyor, kayıyor ellerimden.
Hepsine, Her şeye, Herkese o kadar uzağım ki…
Çokluğun içinde akıyor yokluğum…
İşte bu duygularla iniyoruz Muş Havaalanına. Baba- Kız gelenekselleştirdiğimiz ikinci kış tatilimizin rotası bu sefer Doğu Anadolu. Geçen yıl aynı günlerde “Çanakkale içinde aynalı çarşıyı” görmeye gitmiştik. Bu sene Bitlis’in Minarelerini sayıyoruz. Bisikletini bana vermediği için gizlice kaçırıp, tek başıma kullanmayı öğrenmeme sebep olan ağabeyim karşılıyor bizi sevgiyle.
Doğuyu ilk kez görüyorum. Cebimdeki bütün ön yargılar 1 saatlik araba yolculuğu ile evlerine varmadan birer birer dökülüyor cebimden.
Düşündüğümden daha sıcak, daha uygar, daha gelişmiş yerler, insanlar görüyorum. Ön yargılarım yerini üzüntüye bırakıyor. Memleketimizi, insanlarımızı yeterince tanıtamıyoruz diye..
Önümüzde seyreden kamyonun arkasında ki yazı bizi bütün tatil boyunca eğlendiriyor ve bundan sonra hayatımın repliği olarak kullanmaya karar veriyorum;
“Hatalıysam Lütfen Aramızda Kalsın, Kimseye Söyleme…”
Bıçkın şoför, kornaya basıp selam vererek sağa yanaşıyor biz geçiyoruz, Birbirimize gülümseyerek…
Bir hoş seda kalıyor geriye, bir de sevdiklerimin kokusu.
3 yaşındaki yeğenime de öğretiyorum benim gibi koklaya koklaya öpmeyi. Sevdiklerimin kokusu burnumda… Atlıyorum tombul ördeğin kanatlarına…
|