Karadeniz kadınına hayran oldum, hayret ettim. Hayran oldum çünkü doğanın özündeki bereket, sonsuzluk, sadakat, anaçlık, yokluktan var etme, sürekli mücadele, erkeğini idare eden o olduğu halde, baş tacı etme, evde hem ana hem baba olma, fedakarlık…
Daha bir sürü etiketi var Karadeniz kadınının. Burada Kadın olmak daha zor sanki…
Hayret ettim; Sarp kayalıklar arasındaki sonsuz çam ormanları gibi güçlü, o dev ağaçların toprağa sarılması köklerini kilometrelerce derine işleyip yürütmesi gibi işliyor erinin, evladının yüreğine. Gizliden, derinden sarmalıyor tüm hayatları, can veriyor.
Kadın çok değerli kara denizde. Ana olarak, eş olarak, aile olarak. Türkiye tarihine ismini yazmış erkeklerin kadınlarını, ailelerini gördüm orada yakından… Bir devrimcinin eşini tanıdım. Gözlerindeki yaralı, derin, uçurumların kenarında yaşanmış bir ömrün sakin şefkat dolu kollarında saklandım misafir diye.
Öyle diyorlar sevdiklerine “ Seni koynumda saklarım daha ne kadar istersen….”
Ömrünü ülkesine adamış bir adamın eşi olarak hem analık hem babalık yapmasından, yıllarca toprağından hatta yavrularından ayrı düşmeyi göze alıp eriyle birlikte sürgünde yaşamasından etkilendim. Gözlerindeki yorgun ama hala güçlü, mağrur ifadeye hayran oldum.
Hayatına biriken ayrılıklar, kaybedişer, doyamamışlıklar bulutlandırdı gözlerimi Maçka semaları gibi. Bir ağlamak bir gülmek, bir çağlamak bir huzurla toprağa uzanmak geçti içimden. Aysel teyzeme sıkıca sarılıp öptüm yorgun yanaklarından.
Ölülerini kendi bahçelerine saklıyor Karadeniz insanı. Benim bildiğim gördüğüm mezarlık kavramı yok. Bizim yaptığımız gibi ölüsünü şehir dışına binlerin arasına taş yığınları haline getirmiyor, mezarlık ziyaret günleri, ayinler yapmıyor. Sabah uyandığında yüzünü yıkayıp bir solukta bahçeye aile mezarlığına giriyor, konuşuyor, anlatıyor ve dönüyor. Ölüm o kadar hayatın içinde, hayatın bir parçası yani.
Volkan Konağın evinin önünden geçiyorum, onun aile mezarlığını görüyorum… Bugün gazetede tesadüfen bir röportajını okudum. Diyor ki “ ben gece 2 de babamın mezarı başına gider ona türküler söylerim, sabah uyanır gider saatlerce başında oturur içimi dökerim…”
“Biz ölülerimizi tabutlarıyla gömeriz burada, çünkü ölünün üzerine toprak atmaya dayanamayız, 6 ay sonra çatırtı sesi gelir, tabut kırılır. Kara sinekler çıkar, mezar oturur….biz karasineklerin çıkacağı zamanı bekleyerek büyüdük……”
Sizi bilmem ama beni iliklerime kadar titreten bir açıklama. Hele onun bahsettiği mezar bahçelerini görünce. Zifiri yeşil ormanın içine saklı o bahçelerde, sonsuz bir huzur ve sükunetle yan yana dizili kardeşlerin,ana babaların acılı hikayelerini,artlarında bıraktıkları gözü yaşlılar dan dinleyince….
Bir an o çatırtı sesini duymanın ne kadar ürkütücü ve aynı zamanda ne kadar muhteşem bir deneyim olduğunu düşündüm, binlerce mezar taşının arasına sakladığım anacığımın keşke böyle hayatımın dibinde olacağı imkânlarım olsaydı. Bana hayat ve ölümün koyun koyuna olduğu gerçeğini iliklerime kadar hissettiren o dünyaya hayran oldum…
Belki de o yüzden Karadeniz insanı bu kadar mütevazı, hayatın bu kadar farkında… Belki de o yüzden lüksün değil kalbin peşinde. Belki de o yüzden bu kadar mert bu kadar sağlam basıyor ayakları…
Beni hayatımda en çok etkileyen şeylerden biri oldu bu kavram. Aynı bahçe içindeki yaşam ve ölümün iç içeliği.
5 gün içerisinde en muhteşem manzaraları, dağları, sarp kayalıkların üzerinde oluşan sonsuz ormanları, imkânsızda çağlayan nehirleri her daim buğulu bulutları gördüm. Zorlu, engebeli kayalıklarını, ulaşılmaz görünen ama bir o kadar şefkat dolu insanını tanıdım. Doğa ve insan ruhunun iç içe geçmişliğine hayran oldum. Gözlerinde her an gözyaşı dökmekten gocunmayacak, kendini saklamayacak kadar mertliği ama Zigana’nın zirvesi kadar çetin ceviz olabilecek yürekliliği gördüm.
Sevdiklerini bin yıllık ormanın kökleri gibi sarmaladıklarını, kucakladıklarını, koyunlarında sakladıklarını gördüm. İnsanın doğanın bir parçası olduğunu, geldiğimiz ve gideceğimiz yerin bir evin bahçesinde başlayıp bittiğini gördüm. Ölse bile sevdiklerini koyunlarında, yanıbaşlarında sakladıklarını yaşam ve ölümden her an ders çıkarttıklarını gördüm.
Kaybedişler, acılar, yokluklar, zenginlik ve şöhretin bir avuç toprakla insanları terbiye ettiğini ve mütevazıleştirdiğini gördüm.
Dostlarımın neden bu kadar dost, hayatımda neden bu kadar önemli olduğunu anladım. O topraklardan yetişmiş 3 güzel insanı hayatıma katmış olmanın gururunu yaşadım.
Yasemin,Serkan ve Nurcan … Toprağınız kadar, kökleri dağları sarmış ormanınız kadar, her daim buğulu gökyüzünüz kadar, yüzümü okşayıp geçen rüzgar ve delice yağan yağmur kadar içime işleyen dostlarım. İyi ki sizi tanımışım.
|