Koltuğuma yaslanmış boş gözlerle bakıyorum televizyon ekranına. Elimde kumanda kanalları dolaşıyorum. Hayatlar akıyor parmaklarımın arasından.
Ben koltuğumda otururken uzaya fırlatılıyor mekik, dağların zirvesine varıyor dağcı. Nehir çağlayarak akıyor sonsuz uçurumlara, gökdelenlerin camları siliniyor. Madenlerin yüzlerce kilometre altından kapkara suratlı, kömür gözler ışıldıyor.
Ben koltuğumda otururken bir insan doğuyor bir diğeri son beşiğine uzanıyor gözyaşlarıyla. Birilerinin hayatında yıldırımlar, depremler, acı baskınları olurken bir diğeri mesaj atıyor “bu ne kadar hoş bir ağustos değil mi?”
Ağlayan, gülen, deliren le çaresiz ve umutsuz iç içe. Dışarıdan baktığında anlayamıyorsun ama çıldırıyorsun Marilyn Monroe’nin bakışlarındaki esrara. Merak ediyorsun en güzel en başarılı en zengin döneminde hangi sebep hangi ruh hali son verdirir kendi elleriyle insana. O cinnet anını merak ediyorsun, kalan yarım aklına sıkıca sarılıyorsun sonra.
Koltuğumda otururken elimde kumandamla, dünya cilveleşmeye devam ediyor güneşle, ışığa koşan kelebekler gibi dört dönüyor etrafında. Gözleri kör, gözleri kamaşmış, akıl başından uçmuş… Biliyor tek deliren kendi değil güneşe ulaşmak için. Ama biliyor da fazla yakınlık ölüm getirir. Uzaklaşmakta…
Dev balina fırlıyor bin tonuyla sonsuz suyun üzerinde havalara. Aklı duruyor insanın. Bu miskin beden yan koltuğa geçmeyi gözünde büyütürken bu aklıevvelin yaptığı akrobasiye şaşıyor..
Bastonsuz yürüyemeyen Elizabeth, katıldığı yarışma için 20 metre yükseklikteki surlara sadece bir iple tırmanıyor ve “Dünyanın zirvesindeyim…” diye ağlıyor. Normal bir insan için en fazla biraz ter dökmek anlamına gelen spor, engellerini aşan biri için dünyanın zirvesi oluyor.
Bir an düşünüyorsun senin için çok kolay olan, çok sıradan olan, zaten hep senin olan başkası için neler ifade ediyor. Ellerini, ayaklarını seyredip şükrediyorsun. Aklına, bedenine, ruh ve beden sağlığına, dostlarına, ailene sahip olduğun her şeye şükrediyorsun
Alzheimer olan Roza doktor oğluna sarılıp “ sana ilkokul resmini getirdim çerçeveletip duvarına asman için, hatırlar mısın çocukken hep kitabının son sayfasına bakardın, sonunda ne olacağını öğrenmek için sabırsızdın… Şimdi çocukluk resmine bakarak geldiğin noktayı görmek istersin diye düşündüm…” —Ne harika bir düşünce, bende hep dayanamayıp kitabın sonunu okuyanlardanım… Ama sık sık geçmişimdeki resimleri de seyrediyorum nereden nereye geldiğimi görmek için.-
Kumandanla önüne bir dünya seriyorsun, aklın, gözlerin, yüreğin hiç görmediği yerlere, hiç tatmadığı duygulara, korkuların ve heyecanın uç noktalarına takılıyor…
Yapamadığını düşündüğün, gözünde büyüttüğün şeylere bakıp, uzaya giden adamı seyrederken imkânsızın olmadığını görüyorsun.
Tek sorun baktığın pencere de. Dar bakış açında. Sınırlarını fark etmeden yaşıyor olmanda…
Aslında neler yapabileceğini düşünüp hayret ediyorsun kendine ve neden hala beklediğine.
Doruklara tırmanan bacak, uzaya fırlatılan zekâ, bir bebeği doğurtturan el, denizaltına dalan nefes, meraklı bir bakış neden sen değilsin gerçekten neden, merak ediyorsun. Hadi diyorsun o zaman
HADİ!
Dünya dönüyor, saliseler saatleri kovalıyor, birileri risk alıyor, birileri deniyor, birileri hata yapıyor, birileri başarıyor, düşüyor ama kalkıyor ama deniyor. Hayat akıyor….
Hadi!
Başarmak için denemek şart. Dünya seni, senin kendini gördüğün gibi görmüyor. Biliyor musun aslında o kadar umursamıyor da. Bir kere düştün diye kimse bunu sorun etmiyor-senin kadar-
Sen fark etmesen de bir yeteneğin var, belki daha fazlası da var. Gömme onları koltuğa kıpırda!. Senin derdin dert değil bütünün içinde. O kadar küçüksün ki abartma, dünyayı o dertte sınırlama. Evet, bu gün bir sorunun var ama yarın bir sevincin neden olmasın. Bu günkü sıkıntı neden sana fırsat kapıları açmasın.
Kendi hayatını da elindeki kumanda gibi zap’layabilirsin. Beğenmediğin sahneyi yaşama değiştir kanalını, oyna ayarlarınla, aç birazda sesini,
Hadi oyna!
|