Doğanın kanunudur, hepimiz doğar, büyür ve ölürüz. Hayat denilen bu süreçte çocuklarımız olur, onları büyütmek için çalışır çabalarız. Sonra onlar da büyür, evlenir , kendi yuvaları olur. Sonra bir bakmışız ki yaşlanmışız. Artık her şeyi eskiden olduğu kadar rahat yapamayız. Bir yandan yaşlılığın etkisi , diğer yandan çeşitli hastalıklar nedeniyle enerjimiz tükenir.
Bedenimiz gençlik dönemimiz gibi değildir artık. Cildimiz kırışmış, aynada eski gergin cildimiz yerine kırış kırış olmuş bir yüz bize bakar. O kırışıklıklar ki her biri yüzlerce acı ve tatlı anıların eseridir. Artık tek eğlencemiz ve mutluluk kaynağımız çocuklar ve torunlar olmuştur. Onlarla bir arada olmak, onların sesini, nefeslerini duymak isteriz. Ama bir bakarız ki kendi köşemize itilmişiz. Ya tek başımıza bir evde yaşamaya mahkum olmuşuz ya da çocuklarla beraber ama onların yanında bile yalnız kalmışız.
Belki aile büyüğü olarak gereken saygıyı görürüz ama ilgiden yoksun kalırız çoğu zaman. Çocuklarımız günlük koşuşturmaları arasında bize zaman ayıramaz haldedirler. Gün içinde söylenen 1-2 cümle ile yetinmek zorunda kalırız. Ayrı yaşıyorsak, o zaman da yollarını gözleriz gelsinler diye. Hele hele bayramlar da gözümüz ve yüreğimiz yollarını bekler, çocuklarımız, torunlarımız gelecek diye. Yeni dönemin modası olan bayramda tatil, bizi bu beklentimizden de mahrum eder.
Geriye baktığımızda koskoca bir hayatın kahramanı iken, şimdi başkaların hayatında bir piyon haline geldiğimizi acı içinde farkederiz.
Halk arasında söylenir,’’ Anne baba 4-5 çoçuğa bakar ama 4-5 çocuk anne ya da babaya bakamaz’’ diye. Ne kadar doğru bir söz.
Anne-babalarımızın, büyüklerimizin bizden sevgi ve ilgi beklediği gerçeğini unutmazsak, gelecek nesillerde inanıyorum ki bizleri unutmazlar…Unutmayalım ne ekersek onu biçeriz…
Yaşlılarımızın gözlerinin ta içine baktınız mı hiç? Ben her gün bakıyorum ve o gözlerdeki sevgiyi görüyorum. Diyaliz merkezindeki yaşlı hastalarımın yanaklarını her iki elimle sıkarak nasılsın fıstığım( nasılsın tatlım, nasılsın yakışıklım...) derken gözlerine sevgi dolu baktığımda onların gözlerinin nasıl güldüğünü görüyorum. İçlerindeki sevgi ışığının nasıl yoğun olduğunu görüp hissedebiliyorum. Ve işte o an dünyanın en şanslı insanı olduğumu düşünüyorum. Çok yorulup, stres yaşamama rağmen, işte on an her şeye değiyor…Ve işte o an insan olduğumu hissediyorum…
Bildiğiniz gibi geçen pazar babalar günüydü. Ve ben çok istememe rağmen sağlık sorunları nedeniyle bu özel gün için düşüncelerimi yazamadım. O çok değerli babalarımızın gününü kutlayamadım. Gecikmiş olarak ta olsa , hayatımızda özel öneme sahip olan babalarımızın bu özel gününü atlamak istemedim.
Evlerimizin direği, varlık sebebimiz, zorlu hayat mücadelesinde güven duyduğumuz desteğimiz, canımız, kısacası hayatımızın anlamıdır onlar. Ta çocuklukta başlayan bir güven kaynağıdır babalarımız. Hepimiz çocukluğumuzda arkadaşımıza söylemişizdir ‘’Benim babam senin babanı döver’’ sözünü. Ne kadar çok kullanılır çocuklar arasında. Çünkü çocuk için baba, güvendir, güçtür, sevgidir… Tüm babaların babalar günü kutlu olsun, hep mutlu olun.
Canım babam, babalar günün kutlu olsun. Seni çok seviyorum. İyi ki varsın ve iyi ki babamsın…
‘’Babanın faziletleri, çocukların servetidir.’’ Anatole France
ALINTERİNİN DEĞERİ
(Bu haftaki hikayemiz Doç. Dr. Cevdet Kılıç’ın hazırladığı Bilgelik Hikayeleri isimli kitaptan. Keyifli okumalar.)
Bir zamanlar, bir genç herkes gibi evlenmek istiyordu. Bu niyetini ailesine açtığında, babası ona şöyle dedi: Elbette oğlum, elbette evlenebilirsin. Bana alın terinle kazandığın bir altını getirdiğinde, seni hemen evlendireceğim.
Delikanlı babasının bu sözüne gülümsedi. Ne kadar da kolay bir sınavdı bu böyle! Ertesi gün, istenilen altın lirayı götürüp gururla babasının avucuna koydu. Babası hiçbir şey söylemeden, altını evlerinin yanından akan nehre fırlattı.
Çocuk, altının düştüğü nehre şaşkınlıkla bir iki saniye baktıktan sonra, babasına döndü ve sordu:
Şimdi evlenebilirim, değil mi babacığım?
Babası başını iki yana salladı: Hayır oğlum. Sana kendi alın terinle ve emeğinle kazandığın bir altın getirmeni söylemiştim. Bu altını sen kazanmamışsın ki.
Genç delikanlı babasının gerçeği nasıl keşfettiğini anlayamamıştı. Sahiden de, parayı bir arkadaşından ödünç almıştı. Ertesi gün bu defa annesinden bir altın borç aldı ve parayı babasına götürdü.
Babası altını aldı ve yine nehre fırlattı. Çocuk bir kez daha şaşırmıştı: Bunu niye yapıyorsun baba, anlamadım. Ama işte sana bir altın getirdim, artık evlenebilir miyim?
Babası bu defa da izin vermedi oğluna: Bu altını da sen kazanmamışsın!
Delikanlı babasının yanından ayrıldıktan sonra, uzun uzun düşündü. Başkasından borç alıp getirdiğinde babası parayı yine nehre atacaktı ve bu gidişle de evlenemeyecekti. O yüzden, genç adam bir iş bulup çalışmaya ve altını kendi emeğiyle kazanmaya karar verdi.
Günler geçti ve kazandığı bir altını babasına götürdü. Babası her zamanki gibi parayı nehre atmaya hazırlanıyordu ki, oğlu can havliyle babasının kolunu tuttu ve bağırmaya başladı:
Hayır baba! O altını nehre atamazsın! Onu kazanmak için günlerce çalıştım ve sırtım ağrılar içinde kaldı!
Babası, yüzünde ışıltılı bir gülümseme ile elini oğlunun omzuna koydu ve:
Oğlum işte şimdi evlenebilirsin dedi. Çünkü emeğinin karşılığı olan bu paranın kıymetini artık biliyorsun ve eminim ki onu akıllıca harcayacaksın.
Emek vermeden elde edilen bir şeyin hiç bir anlamı olmadığını, hepimiz bir şekilde görmüşüzdür. Bu hikaye ne kadar da güzel anlatıyor emeğin önemini. Sevgiyle hoşçakalınnn…
Dr. Hülya ÜNAL
Aile ve Yaşam Koçu
hulyaunal@hotmail.com
|