İnsan merkezli çok boyutlu duygu ve düşüncelerin su yüzüne çıktığı zamanlarda nefs, arzu ve istekler, ego, içgüdüsel tepkiler, acılar, üzüntüler, öfkeler, olumlu veya olumsuz refleksler harekete geçer ve olması muhtemel pozitif ve negatif davranış şekillerini oluşturmaya başlar..! Her insanın içinde övülmek, anılmak, sevilmek gibi hisler vardır! İşte bu hislerin tersi davranış şekilleri, duyumlar, görsel, sözlü ve yazılı kendisiyle ilgili her şey karşı tarafa yönelik tepkileri ortaya çıkartır! Sadece ortaya çıkartmakla kalmıyor aynı zamanda bencil/egoist bir kişiliğin oluşumunu da sağlayabilir. Bu durum her meslekten insanda hasıl olur. Bilhassa siyasetçilerde, mevki ve makam sahibi kişilerde, sanatçılarda, gazeteci ve yazarlarda biraz daha önplana çıkıyor. Yaratılmışlığın insani sınırlarının dışına çıkılarak sıra dışı, tuhaf ve absürt davranışlar sergileyen insan zamanla psikolojik bunalımlar dahil olmak üzere her türlü kişilik bozukluğunun belirtilerini de göstermeye başlıyor…
Zihniyeti, görüşü/fikri, siyasi düşüncesi, ideolojisi ve inancı ne olursa olsun yukarıda bahsettiğimiz insani fonksiyonlardan asla ve asla kurtulmak mümkün değildir! Kimse mükemmel değildir. Doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi değer ölçüleri insanın iç dünyasının merkezinde turnusol kağıdı gibidir. Bu durumun ortası yoktur..! Mutlaka birine yakın veya uzaktır insan. Ahlaki yönden dünyanın her yerinde ‘insan’ insandır! Zaman, mekan ve insan..! Mekan deyince hemen doğayı hatırlamalıyız. Zaman evrenin varoluşu ile başlayan milyonlarca yıllık sürecin işleyişi üzerine insanın da içinde bulunduğu küçücük dünyamızdaki değişimler, dönüşümler ve gelişimler ki devrimler sonucu oluşan ‘tarih bilinci’ üzerine odaklandığımızda ‘zaman’ kavramı insan için adeta ‘süzgeç’ ve ‘sünger’ gibi farklı bir atmosferin oluşumuna neden olur! Çünkü yaratılmışlığın yegane gayesi yönünde zaman su gibi akar! Zaman aktıkça insanın varlığı ve yokluğu üzerinde felsefi, psikolojik ve inanç boyutundaki sorgulamalara şahit oluruz. Ve ister-istemez de ahlaki değerlerin zuhur edişini ve insanı kuşatışını görürüz…
Dünyadaki bütün dinler, bütün medeniyetler ve bütün kültürler ‘insan’ merkezlidir. İnsanın yaratıldığı ilk günden bu yana insan insanın kanını akıtmıştır. İlk insan Hz. Adem ve oğulları Habil ve Kabil örneği..! Ve Tanrı insana yapması gerekenlerle yapmaması gerekenleri kutsal kitapları ve peygamberleri aracılığı ile emrediyor. Ta baştan özgür bırakılıyor insan. Ve iki yol var: Hak ve Batıl.. Yani iyi ve kötü.. Ortasında Şeytan zuhur ediyor birden! Vesvese dediğimiz olay..! Hemen hemen bütün dinlerin özünde doğru ve yanlış olmak üzere ‘iki yol’ insanın ömrünün belirleyici olmuştur. Bu iki yol üzerinde mutluluğun, huzurun, sevginin ve aşkın meşaleleri olduğu gibi mutsuzluğun, huzursuzluğun, düşmanlığın, kinin, öfkenin ve kan dökmenin meşaleleri de vardır! İnsan bu iki yoldan birini tercih ederek amacına doğru yürümek zorunda olduğunun bilincindedir. Fakat özgürdür. Tanrı insanı daha yaratılışında özgür bırakmıştır. İster şeytanın ister tanrının yolunda yürür. Çünkü Tanrı insanı sadece bu konuda değil her konuda ‘özgür’ bırakmıştır. O halde ‘özgürlük’ kavramı bile tanrının kutsadığı, belirlediği ve istediği bir yaşam şeklini hatırlatmaktadır. Çünkü Tanrı’nın kendisi özgürdür. İnsan da Tanrı’nın bir parçası olduğuna göre elbet ki ‘özgürlük’ insana göredir..!
Bütün bu izahlardan sonra şimdi gelelim biz yazarların, gazetecilerin ve sanatçıların ruh dünyasını yansıtan içgüdüsel dürtüler dahil olmak üzere beğenilmek, sevilmek ve övülmek hastalığına..! İster gazeteci, ister yazar ve ister sanatçı olalım, illa yaptığımız haber herkes tarafından okunsun ve beğenilsin ki takdir görelim, illa ki yazdığımız köşe yazısı herkes tarafından okunsun ve beğenilsin ki övgüye nail olalım, illa ki yaptığımız resim, heykel veya herhangi bir sanat eseri beğenilsin ki mutlu olalım ve illaki yazdığımız araştırma-inceleme, roman, şiir okunsun, beğenilsin ki ‘insan’ olarak mutmayn/tatmin olalım.. İşte bu illakilerden asla ve asla kurtulamayız. Ve maalesef eleştirilere, uyarılara ki ikazlara hiçbir zaman
tahammül edemeyiz. O yüzden de ister gazeteci, ister yazar ve ister sanatçı olalım kendimizi tamamlayamıyoruz. Eksiklerimizi göremiyoruz ve sürekli egoist davranışlar sergiliyoruz. Sonunda kendimizi yenilemeden kendi karanlığımızda ışıksız yol alıyoruz! Yani, zaman içinde kendimize tapınır hale geliyoruz. İçimizde oluşturduğumuz tapınağa göre bir ibadet şekliyle Tanrı’yı rafa kaldırıp farkında olmadan kendimize tapmaya başlıyoruz..!
Yazımın daha başında belirtmiş olduğum “İnsan merkezli çok boyutlu duygu ve düşüncelerin su yüzüne çıktığı zamanlarda nefs, arzu ve istekler, ego, içgüdüsel tepkiler, acılar, üzüntüler, öfkeler, olumlu veya olumsuz refleksler harekete geçer ve olması muhtemel pozitif ve negatif davranış şekillerini oluşturmaya başlar..!” anlayışın zaman içinde nasıl bir kişilik oluşturmaya başladığının öncesi tehlikelerine işaret ettiğimin altını çizerek insan hayatını şekillendiren, insana yön veren ve insanı yaşamında özgür bırakan sonuçlar arasında “Yaratılmışlığın insanı sınırlarının dışına çıkılarak sıra dışı, tuhaf ve absürt davranışlar sergileyen insan zamanla psikolojik bunalımlar dahil olmak üzere her türlü kişilik bozukluğunun belirtilerini de göstermeye başlıyor.” düşüncesine vurgu yapmak istedik..! Hatta “Bu durum her meslekten insanda hasıl olur. Bilhassa siyasetçilerde, mevki ve makam sahibi kişilerde, sanatçılarda, gazeteci ve yazarlarda biraz daha önplana çıkıyor.” diyerek zaten biz insanların ruh portresine ışık tutmaya çalışıyorum..!
Gazeteci ve yazarım ama keşke her insanın ruh portresini çizebilecek seviyede evrensel bir ressam olabilsem..! Keşke birileri de benim ruh portremi çizip bana gösterebilse diyorum. İşte o zaman dünyalar benim olur. Yazılarımda sözkonusu insan olduğu zaman evrensel pencereden bakmaya çalışırım insana..! Ben de bir insan olduğuma göre tabi ki önce kendime bakarım..! Gerektiği zaman iğneyi kendime batırarak başka insanları eleştirmeye başlarım. İnsanın ruh portresini beyaz tülbent üzerinde dantel gibi işlediğim anlar çok olmuştur! Ruhumun labirent gibi dehlizlerinde elimde cımbız çok aradım içindeki asıl beni..! Ki benliğimi..! Bulmak için tüm kaybettiklerimi..! Ve sonunda benliğimden parçalar bulduğum anlar çok olmuştur. Asıl önemlisi bu parçaları birleştirmek..! Sonunda da kilim gibi dokumak..! Şiir gibi okumak..! İşte böyle zamanlarda mutluluğu ve huzuru yakaladığıma inandım hep. İşte böyle zamanlarda ‘insan’ olmanın gururunu yaşadım hep..
İnsanın asla mükemmel olmadığını, mutlaka doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi kavramlarla izah etmeye çalıştığımız psikolojik doyumunun sonuçlarına neşter atarak Tanrı ve İnsan arasındaki görünmeyen o gizli bağ sayesinde ‘nasıl insan olunur’ gibi sorgulayıcı bir yaklaşımla kendimizi aynanın karşısına geçip her gün her saat her dakika sorgulamamız gerektiğinin de üzerine basarak bir nebze de olsa doğru algı oluşumuna vesile olmak istedik..!
Şayet böylesi bir düşünceye tersinden bakacak olursak aynı şekilde bu düşünceyi çürütebilecek yeni düşüncelerle de bu satırları yazanın o düşünceye hak verecek kadar dürüst bir kişiliğe ve erdemliğe sahip olması gerekmez mi?! O yüzden bu konuda hiçbir şey yapma şansım yok. Sadece ‘keşke’ diyerek kendimi teselli edebilirim ancak. Ya da ‘inşallah’ kelimesine sığınırım. Tabi ki arkasından ‘maşallah’ kelimesi geleceği için arapsaçına döner bu yöndeki düşüncelerim..! Çünkü İnşallah ve Maşallah Arapça kelimelerdir. Ve günümüzde insanın kaygan zeminde sığınacağı kelimelerdir. Neden mi?! Yapılması gereken şeyler varken işin kolayına kaçıp ‘maşallah’, ‘inşallah’ diyerek insanların duygu, düşünce ve umutlarıyla oynamaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Bilhassa inanç sömürüsüne..!
Ben bile yılların gazetecisi ve yazarı olarak yaşamım kendimi sorgulamakla geçmiştir. Binlerce kitap okumama rağmen aslında kendimi hiç kitap okumamış bir insan gibi cahil hissetmişimdir her zaman. Ne zaman ki yeni bir kitap okudum işte o cehaletten kurtardığıma inanmaya çalıştığım bir anda daha nice kitaplar okumam gerektiğine her zaman inanmışımdır.
Cehaletin, gafletin ve dalaletin asla sınırı yoktur. İnsan ahlaki değerleri kuşanmadığı sürece o mutlak erdem dolu kişiliği asla bulamaz! İnsan içindeki egosunu bastırmadığı sürece, eleştiri oklarını başkasından çok kendisine yöneltmediği sürece, başkasının kusurlarıyla uğraşmaktansa aynanın karşısına geçip kendi kusurlarını göremediği sürece bırakın ‘mükemmel insan’ olmayı, asla ve asla tamlığın, mükemmelliğin, erdemliliğin kapısını bile açamaz..! Adalet ve merhamet duyguları insanın iç evreninde kendisini kuşatmadığı sürece vicdani boyutta sorunlar yaşanır! İnsan ve Tanrı arasındaki o kopmaz bağa sarılmadıkça sözkonusu etmiş olduğumuz adalet ve merhamet duyguları da oluşmaz. İnsan, Tanrı’nın dünyadaki izidir! Bu iz üzerinden gidilirse ancak insan hakikat, mutlak gerçek ve mükemmellik izdüşümlerine şahit olur! Tanrı’nın izdüşümleri insanın iç derinliğinde hazine gibidir. Tanrı insana şah damarından daha yakındır! İşte insan Tanrı’yı gökte değil içinde ararsa daha erken bulur..! Gök sınırsızdır, uzaktır, dönüşü zordur..! Ama insanın kendi iç dünyası göz kırpacak zaman kadar yakındır..! Ki insan Tanrı’yı bulunca daha özgürleşir..!
|