· ……………………………………………………………………………
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
“İhtiyarlar ise kaldıkları yerden devam etti sohbetlerine… Yalnız ihtiyarlar bir an sessizleşip gözlerini Koca Ahmet’e diktiler. Koca Ahmet ne yapacağını şaşırmış, bu bakışların ne anlama geldiğini çok iyi bilirdi. Arkadaşlarının ne istediği belliydi. Yine maziye gitmek, yine hüzünlere göz kırpmak, yine acıya ve kedere dürtmek vardı… Yine Kurtuluş Savaşı hatıraları… Zaptiyelerin Koca Ahmet, keyifsiz olduğu zamanlarda bile onları kıramazdı. İllâ ki Mustafa Kemal ile nasıl tanıştıklarını ve onunla arasında geçen konuşmaları tekrar tekrar anlatmasını isterlerdi.
Koca Ahmet önce eli çenesinde dalıp gitti maziye. Onun her zamanki haliydi. Fazla sürmezdi bu sessizlik. Konuya iyice yoğunlaşıp kendini toparlayınca başlardı anlatmaya. Şimdi de aynen böyle yaptı:
· Düşman ülkemizi işgal etmiş, dört bir yanımızı sarmıştı. Bir yanda Yunanlılar, bir yanda Fransızlar, bir yanda ise İtalyanlar… Osmanlı dağılmış, düşman yedi koldan yurdumuza saldırmıştı. Yurdumuz işgal altındaydı. Umutların bittiği bir anda Mustafa Kemal isminde bir yiğit çıkmıştı ortaya. Osmanlı’nın ileri gelenlerinden oluşan son “gizli meclis” (ki Osmanlı’nın “derin devleti”) bu görev için Mustafa Kemal’i layık görmüştü, hem de birçok paşa içinde… Onun aydın, kültürlü, akıllı ve zeki oluşu, doğu ve batıyı iyi tanıması, ayrıca birçok savaşta kahramanca komutanlık yapması, Anadolu’nun kurtuluşu için seçilmesine neden olmuştu. Mustafa Kemal, bu görevi devralır devralmaz, kolları sıvayıp Samsun’da ilk ateşi yakar, kıvılcım kısa sürede tüm yurda yayılır, yediden yetmişe, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın kız; kazma kürek, dirgen, orak, balta, nacak ne varsa elinde doğru cepheye koşar. Anadolu’nun kurtuluşu için amansız bir savaş, şanlı bir mücadele başlar... İşte böyle bir mücadelenin başladığını duyunca ben de koştum, soluğu cephede aldım…
Çok şehit verdiğimiz bir cepheydi. Yunanlıları püskürtmüştük. Hava çok soğuk, yaralıların iniltileri, gazilerin sevinçleri adeta birbirine karışmıştı. Gökyüzüne süzülen dumanlar bir zaferin işaretiydi. Yine de her tarafta barut kokusu…
Üç gün boyunca kursağımıza hiçbir şey girmemiş, cebimizdeki küflenmiş yufka kırıntıları, buğday ve arpa tanecikleri ile midemizi kandırıyorduk. Hepimiz açtık. Ancak, düşmanı püskürtmenin vermiş olduğu sevinç ve heyecan açlığımızı bastırıyordu. Çok sonraları kendimize geldiğimizde açlığımızı hatırlayabiliyorduk…
Cephede koşturmacalar… Şehitlerimiz… Yaralılarımız… Her yer kan revan… Her yerde iniltiler… Her ses, her belirti, her iz ya bir şehit ya bir yaralı… Yine de çok uzaklardan tek tük silah sesleri duyuyorduk. Fakat bu silah sesleri arkamızdan geliyordu. Acaba düşman kuşatması altına mı girdik, bu çetin direnişin, bu kanlı destanın ardından düşmanın amansız bir oyununa mı geldik diye tedirgin olmuştuk. Hayır, hayır, silah sesleri düşmanı püskürttüğümüz yönden değil tam arkamızdan geliyordu. Benim olduğum yer ise cephenin tam ortas... Kıyametin koptuğu ve göğüs göğüse çarpıştığımız yerdi burası. Bir anda silah sesleri kesildi. Korku, merak ve sessizlik beynimizde bir saatin tik takları gibi hareketli… Meğer askerlerimiz sevinçten havaya ateş açıyorlarmış. Gelenin kim olduğu fısıltılar halinde bütün cepheye yayılıverdi. Gelen, Mustafa Kemal’di. “Tekbir” sesleri Sema’yı çınlattı. İşte o an ne açlık kaldı ne susuzluk… Sadece ve sadece, herkes gibi benim de Mustafa Kemal’i görme heyecanı bütün yüreğimi kaplamıştı. Yaralılarımız bile sevinçten ağlıyordu. Kanayan, sızlayan, acıyan yaraları unutmuş, dört gözle Mustafa Kemal’i beklemeye başlamıştık. Ben Mustafa Kemal’i görmek için Çadır Karargâh’a doğru adımlamaya başlamıştım. Bu arada yolda gördüğüm yaralılarla da ilgileniyordum. Nihayet Çadır Karargâh’a varmıştım. Kalabalıktı. Herkes Mustafa Kemal’i bekliyordu. Kalabalığın arasına daldım. Nihayet gördüm! Uzaktan da olsa görmüştüm Mustafa Kemal’i.. Mustafa Kemal geliyordu… Öyle bir gelişi vardı ki, omuzları dik, bakışları sert, kendinden emin ve gururlu… Yüzünde, zaferin asalet ve sevinci vardı. Çadır Karargâh’ın önünde bir tümseğe çıkarak önce etrafı kolaçan etti. Daha sonra da kısa bir konuşma yaptı. Konuşması öyle heyecan ve moral vericiydi ki… Konuşmasının bitiminde bir süre cephe komutanlarıyla görüştü. Yaralı askerlerimizle sohbet etti. Daha sonra gruplar halinde bekleyen askerlerin halini hatırını sormaya başladı. İçimden keşke bizim buraya da gelse diye geçirmeye başlamıştım ki bizim gruba doğru gelmekte olduğunu gördüm. Öyle bir heyecanlandım ki… İyice yaklaşmıştı. Mustafa Kemal’i artık daha yakından görebiliyordum. Bizim taraf bir hayli kalabalık olduğu için önce tek tek memleketlerimizi sordu. Aynı memleketten olanları en öne çıkarttı. Sıra bizim memlekete gelince on yedi kişi çıkmıştık. Her birimiz farklı yörelerdendik. Sadece dokuz kişi bizim yöredendi. Dokuzumuz da çıktık öne. Sıra bana geldiğinde “Konya, Hadim, Aladağ’dan Zaptıyaoğlu Koca Ahmet, Paşam!” der demez Mustafa Kemal önce şaşırdı, sonra yanıma geldi. Burnumun dibine kadar yanıma yaklaştı ve gözlerimin içine bakarak “Hangi köy, kimlerdensin?” dediğinde heyecandan ölecektim sanki. Mustafa Kemal’in öyle bir soruşu vardı ki cevap verirken bir hayli bocaladım. “Zaptiyeoğlu Koca Ahmet, Hadim, Aladağ, Ağaçcı… ” Elini şakağına koydu, bakışlarını ayırmamıştı gözlerimden ve mırıldanıyordu “Zaptiyeler… Zaptiyeler… Evet, Zaptiyeler… Kızıloğuzlar… Siz..!” deyince öyle bir heyecanlandım ki … Mustafa Kemal sormaya devam etti. “Aladağ… Evet Aladağ… Sizin orada büyük bir nehir, büyük bir Şelale ve Kükür var mı?” dediğinde yüreğim ağzıma gelecekti. “Evet Paşam, nehir de var, Şelale de Kükür de… Ben zaten Kükür’lüyüm… Eski köyümüzün adı…” der demez boynuma sarıldı. Önce beni alnımdan öptü, sonra kulağıma eğilip fısıldadı: “Zaptiyelerin Koca Ahmet! Ben de oradanım, biz akrabayız… Kızıloğuz Türklerindenim. Kökümüz soyumuz oradan gelme. Aladağ’dan Karaman’a, sonra Makedonya ve en sonunda da Selanik… Gözlerime öyle bir bakıyordu ki “Bak, birbirimize benziyoruz; senin de göz rengin aynı, hatta çenen, burnun, alnın, avurtların bana ne kadar benziyor Koca Ahmet, soyunu araştır, soruştur, mutlaka akraba çıkarız. Bu da sana vasiyetim. Ama kusura bakma Koca Ahmet, şu gördüğün askerler, gaziler, yaralılar ve şehitlerimiz de benim akrabam, bunu da unutma ha! İnşallah yine karşılaşırız… Gazan mübarek olsun!” diyerek tekrar alnımdan öptü ve diğer gazilerimize doğru yöneldi. O yanımdan ayrıldıktan sonra bile ben hâlâ şoktaydım. Çünkü inanamıyordum, duyduklarım karşısında adeta şoka girmiştim. Aynı zamanda sevinçten uçuyordum…
Caminin avlusunda can kulağı ile Koca Ahmet’i dinleyen ihtiyarların en çok Mustafa Kemal’in Koca Ahmet’e “… Biz akrabayız… Ben de oradanım…“ demesi hoşlarına gitmişti. Çünkü Mustafa Kemal’in akrabası olmanın gururunu tatmışlardı. Koca Ahmet’i huşu içinde dinlemişler ve Kurtuluş Savaşı’nı adeta bir kez daha yaşamışlardı. Her birinin yüreğine cesaret tohumları serpilmişti. Her birinin gözlerinde yaş, yüzlerinde sevinç vardı. Çünkü Mustafa Kemal ile akraba çıkmanın mutluluğu ve sevincini bir kez daha yaşamışlardı.
Derin bir sessizlikten sonra hiddeti yatışmış denizde dalgalar içinde yol alan teknedeki kafile gibi, aheste çekilen küreklerin oluşturduğu kavislerle sarmaş-dolaş olmuştu duygu ve düşünceleri. Tekrar derin bir sessizlik hüküm sürdü bir süre… Sonra da Koca Ahmet’ten bir savaş anısı daha istediler. Bilhassa Mustafa Kemal ile ikinci karşılaşması ve Afyon’lu Yusuf Çavuş… Koca Ahmet yine kıramadı onları, başladı anlatmaya:
· Cephedeyiz, yine düşmanı püskürttük. Yine çok şehit verdik… Hava soğuk, yüreğimizde kanayan yaranın verdiği sızı, burnumuzdan soluduğumuz korku; su, toprak, hava şehitlerimizle, yaralılarımızla yekvücut… Herkes gibi ben de yaralılarla ilgileniyordum. Araziyi gezerken, biraz ilerden, çalılıkların arasından bir inilti duydum. Yaklaştığımda gözlerime inanamadım, bu silah arkadaşım Afyonlu Yusuf Çavuş’tu. Yanına vardım, göğsü paramparça ve kan revan içinde... İnliyordu, ne yapacağımı şaşırmıştım. Elim ayağım dolaştı, boynuna sarılıp ağlamak istedim ama beceremedim. Yaralıydı, eğildim ve seslendim “Yusuf Çavuş!” diye… Duymuştu beni, eli göğsündeydi Yusuf Çavuş’un. Hafiften başını doğrulttu ve bana baktı. “Sen misin Koca Ahmet!” dedi. “Benim Yusuf Çavuş, benim…” diyerek cevap verdim. Başladık konuşmaya.
· Çok şehit verdik Koca Ahmet değil mi?
· Çoook...
· Eh ben de gidiyorum!
· Nereye Yusuf Çavuş, sen yaşayacaksın…
· Bu şekilde mi Koca Ahmet, görmüyor musun halimi?
· Yaşayacaksın Yusuf Çavuş, yaşayacaksın…
· Koca Ahmet hiç silah sesi duymuyorum, ne oldu?
· Düşmanı püskürttük Yusuf Çavuş…
Yusuf Çavuş, bu sözü duyunca fersiz gözleri canlandı ve bana bakarak öyle bir tekbir getirdi ki… Ve arkasında da,
· Düşmanı mı püskürttük?
· Evet Yusuf Çavuş, düşmanı püskürttük.
· Çok şükür, gözüm açık gitmeyeceğim demek… Bu sevinç bile bana yeter…
Yusuf Çavuş biraz hareketlenmeye başlayınca yanına oturup başını omzuma aldım. Yırtık pırtık, yamalı bohça gibi üst urbamı da göğsünün üzerine örttüm. Ama Yusuf Çavuş hâlâ konuşuyordu:
· Düşmanı püskürttük ha! Buna çok sevindim. Bir de Mustafa Kemal’i dünya gözüyle bir görebilseydim… Ama nerede..! Yolcuyuz, gidiyoruz işte…
· Göreceksin Yusuf Çavuş, göreceksin Mustafa Kemal’i…
Yusuf Çavuş bir müddet yarı baygın halde uzaklara daldı. Ama hâlâ dudakları kıpırdıyor ve mırıldanıyordu: “Dünya gözüyle Mustafa Kemal’i bir görebilsem…” Tam bu sırada cephede bir hareketlilik başladı. Her tarafta bir koşuşturma, bir telaş, bir bağrışma… Sesleri bulunduğumuz yerden duyar olmuştuk, Mustafa Kemal cepheye gelmişti. Yusuf Çavuş’un kalbine mi doğmuştu ne? Evet, cepheye Mustafa Kemal gelmişti. Sevinçle Yusuf Çavuş’a sarıldım ve onu uyandırmaya çalıştım.
· Bak Yusuf Çavuş bak, duyuyor musun sesleri… Mustafa Kemal gelmiş cepheye, hem de buraya geliyormuş… Demek ki kalbine doğmuş… Göreceksin Mustafa Kemal’i Yusuf Çavuş göreceksin…
Yusuf Çavuş kendine gelmiş, biraz canlanmış ve hafiften doğrulmak istemişti ama başaramadı. Zaten zor konuşuyordu. Üzerine örttüğüm urba kanlanmıştı. Çok kan kaybediyordu. Yine doğrulmak için bir hayli çaba harcadı ama başaramadı ve tekrar bana doğru dönerek:
· Dediklerin doğru mu Koca Ahmet, Mustafa Kemal mi geldi?
· Evet, Yusuf Çavuş evet, Mustafa Kemal bizim cepheye gelmiş!
· Ne olur Allah’ım onu görmeden canımı alma! Koca Ahmet, o geldi ama ben gidiyorum! Onu göremeyeceğim galiba! Evet, gidiyorum…
Ve elini havaya kaldırdı, gökyüzüne doğru baktı. Uzak bir yerleri işaret ederek:
· Bak, görüyor musun? İyi bak… Beni çağırıyorlar… Beni bekliyorlar… O yüzden Mustafa Kemal’i göremeyeceğim!
· Göreceksin Yusuf Çavuş, az kıldı, dayan, göreceksin…
· Hayır, Koca Ahmet, göremeyeceğim!
Yusuf Çavuş, hâlâ eliyle gökyüzünü gösteriyor, işaret parmağıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
· Bak işte geldiler, görüyor musun?! Beni almaya geldiler!..
Yusuf Çavuş’un yüzündeki tebessüm büyüdü, büyüdü, hem öyle büyüdü ki, sevincin karanlıkta beliren izleri gibi…
· Ben onların yanına gidiyorum Koca Ahmet, onların…
Koca Ahmet durumu anlamıştı. Yusuf Çavuş’un ne demek istediğini çok iyi biliyordu. Hatta onun eliyle gösterdiği boşluğa baktı, hiçbir emare/iz yoktu fakat Yusuf Çavuş’un bir şeyler gördüğüne o kadar emindi ki bir ateş düştü bağrına, yüreği cız etmişti Koca Ahmet’in. Tek yaptığı ona moral vermek, kendini kaybetmemesini sağlamaktı. O “Mustafa Kemal’i göreceksin” diye tekrar ettikçe Yusuf Çavuş “Ben gidiyorum, ben gidiyorum…” diyerek cevap veriyordu.
· Mustafa Kemal’i görürsen selamımı söyle. Yusuf Çavuş sizi görmeyi çok istedi de… Bu dünyada olmazsa ahrette görüşeceğimizi söyle…
Yusuf Çavuş çok kan kaybediyordu, konuşurken sesi kısılmaya başlamıştı. Hatta gökyüzünü gösteren sağ eli yavaş yavaş düşmüştü yana doğru. Ama hâlâ dudakları kıpırdıyordu, bir şeyler fısıldıyordu… Bu sesi Koca Ahmet de duyuyordu:
· Lâ-ila-he-il-lal-lah…
Yusuf Çavuş şehit olmuştu hem de Koca Ahmet’in kucağında. Koca Ahmet kapandı üzerine, hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Gözlerinden yaşlar yağmur gibi akıyordu. Koca Ahmet ağlıyordu ama Yusuf Çavuş gibi şehit olamadığına ağlıyordu! Bu arada kulağına sesler geldi, gelen seslere kulak verdi! Mustafa Kemal uğultusu kulaklarında çınlıyordu. Evet, Mustafa Kemal gelmişti cepheye, herkes ona doğru koşuyordu. Koca Ahmet, Yusuf Çavuş’u aldı kucağına ve kalktı ayağa. Bağıra bağıra koşmaya başladı. Kalabalığın içine dalmıştı bile. Hem öyle bir bağırarak koşuyordu ki “Çekilin, yol verin, Mustafa Kemal’i görmem lazım!” diye adeta yalvarıyordu. “Ne olur yol açın, Mustafa Kemal’i görmeliyim, ne olur yol verin…” Onu kucağında bir şehitle görenler yol vermişti. Koca Ahmet, kucağında Yusuf Çavuş’la, kalabalığı yarıp Mustafa Kemal’e doğru uçarcasına ilerliyordu. Hâlâ avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Mustafa Kemal’i gösterin bana…” Mustafa Kemal’in bulunduğu çadıra yaklaşmıştı ama Koca Ahmet hâlâ bağırıyordu. Bu sesi çadırın önündeki Mustafa Kemal bile duymuştu, hatta yanlarındakilere “Kim bu bağıran?” diye sormuştu. Koca Ahmet “Beni Mustafa Kemal’e götürün…”diye bağırırken bu sefer Mustafa Kemal’in tüm dikkati bu sese yoğunlaşmıştı. Mustafa Kemal sesin geldiği yöne doğru bakarak “Bağırıp duran askerim gelsin buraya…” kükredi.
Koca Ahmet ‘in çığlıklarını duymuştu Mustafa Kemal. Bu ses ona hiç yabancı gelmiyordu, bu sesi tanıyordu ve hatırlamaya çalıştı. Bu sırada Koca Ahmet’e yol açılmıştı. Çadırın önünde yanan ateşin yanında gördü Mustafa Kemal’i. Ona doğru adımladı. Yükselen alevler Koca Ahmet’in yüzünde parladı. İyice yaklaşmıştı… Mustafa Kemal, kucağında asker ile gelen Koca Ahmet’in yüzüne derin derin baktı. Ve güçlü zekâsı ile hafızasını yokladığı zaman yanılmamıştı, çok iyi hatırlamıştı Koca Ahmet’i. Yine gür sesiyle:
· Sen misin Koca Ahmet? Gel hele… Kucağındaki askerim yaralı mı?!
· Hayır Paşam, biraz önce şehit oldu…
Mustafa Kemal, “Biraz önce şehit oldu.” sözünü duyunca, cephenin her yanı şehitlerimizle dolup taşmışken bu söze apayrı bir tepki verdi. Belli ki onu duygulandıran başka bir şey vardı!
· Şehidimiz kim?
· Afyonlu Yusuf Çavuş, Paşam!
· Allah rahmet eylesin, cennet mekân etsin…
Koca Ahmet, yavaşça eğilerek yere bıraktı şehit Yusuf Çavuş’u. Koştu, elini öpmek istedi Mustafa Kemal’in. Elini vermedi ve Koca Ahmet’in omuzlarından tutarak alnından öptü Mustafa Kemal. “Gazanız mübarek olsun evladım.” dedi. Sonra da şehit Yusuf Çavuş’un yanına çömeldi. Şehidin saçlarını okşadı, bu esnada bir iki damla gözyaşı süzüldü yanaklarına doğru. Bunu Koca Ahmet’ten başka gören olmamıştı. Mustafa Kemal, şehidimizle ilgilenirken kulağı da Koca Ahmet’teydi.
· Paşam, şehit olmadan önce sürekli sizi sayıklayıp durdu. “Mustafa Kemal’i bir görebilsem, Mustafa Kemal’i bir görebilsem..!” diyerek yumdu gözlerini.
Mustafa Kemal, Koca Ahmet’e dönerek:
· Hayır, Koca Ahmet hayır, yanılıyorsun! O hâlâ beni görüyor!
· Nasıl olur Paşam?!
· Şehitler ölmez Koca Ahmet, Şehitler ölmez… Onlar diridir, şehitler ölmez… Bak, şu an bana bakıyor! Ben onu nasıl görebiliyorsam, o da beni aynı şekilde görüyor! Şehitler ölmez…
Mustafa Kemal bu sözü birkaç kez tekrar ederek ayağa kalktı. Gür ve tok bir sesle, şehitlik mertebesine dair bir konuşma yaptı. Koca Ahmet’e dönerek: “Gel Koca Ahmet gel, gel Zaptıyaoğlu akrabam…” dedi, kolundan tuttu ve çadıra doğru götürdü. Çadırda bir süre konuştular. Ne konuştuklarını ne duyan oldu ne de öğrenen... Zaten çadırdaki konuşmayı hiçbir zaman hiç kimseye söylemedi. Köydeki ihtiyar arkadaşlarına bile… Ne zaman çadırdaki konuşmadan söz açılsa Koca Ahmet asla anlatmadı. Ve hep sır olarak kaldı çadırdaki bu konuşma… (Yılanların Öfkesi Sh. 21-30)”