Üç Sevda Bana Bu Romanı Yazdırttı:
İnançlarım, Vatanım ve Annem..!
Efece Haber için bu haftaki yazım tarihi bir yazı olacak! Çünkü ilk defa Yılanların Öfkesi romanımdaki Ayşe Kadın’ın gerçek hayatta annem olduğunu Efece Haber’de açıklamış olacağım. Romanımda adı geçen Ayşe Kadın ile ilgili bölümlere geçmeden önce Anayurt gazetesinde yayınlanmış olan iki yazımla (konuyu ilgilendirdiği için!) giriş yapmak istedim.
ANA GİBİ YAR VATAN GİBİ DİYAR..!
Bugünlerde her gece kâbusla uyanıyorum. Bir yanda özelim diğer yanda genelim! Özelimde aylardır hasta yatağında iyileşmesini beklediğimiz biricik annemin durumu, genelimde ülkemizin ve milletimizin içinde bulunduğu ahval! Özelim ve genelim birbirine karışmış ve adeta zaman içinde zaman yolculuğuna çıkıyorum! Ya anneme bir şey olacak ya da ülkeme diye üzüntüden kahroluyorum. Ana gibi yar vatan gibi diyar bulunmaz sözünü hatırladıkça annem ve ülkem arasında gelip-gidiyorum. Kâbuslarım geçmiyor, her an her saniye bir şey olacakmış gibi irkiliyorum çoğu zaman. Hislerimde yanıldığım çok olmuştur! Şeytani vesveselerden uzak durarak Rahmani duyarlılığımla gerekli tedbirleri alıyorum. Böyle yapmakla biraz teselli olsam da içimdeki ürperti geçmiyor. Her geçen daha da bir yoğunlaşan duygularımla acıyı yüreğime bastırıp kendi kendimi teselli etmeye çalışıyorum.
Daha biz doğarken kulağımıza fısıldanan ezan sesiyle bilinçaltımıza yerleşmişti yaratılışımızın gereği! Çocukluğumuzda Allah-Peygamber sevgisi ile nakış nakış işlenmişti yüreğimize inançlarımızın motifleri! Gençliğimizde ailemizden aldığımız terbiye ile salınmıştık sokağa! Ve kırmızı çizgilerimiz doğuştan, emekleyişimizden, çocukluğumuzdan yüreklerimize çizilmişti! Allah(cc), Peygamber(s.a.v), İslâm, Vatan, Bayrak sevgisi ile el-bebek gül-bebek ninnilerle büyütüldük! Ve büyüdük koca koca adamlar olduk. Sokak, çevre, okul bizleri dosdoğru çizgimizden saptıramadı! İnandığımız değerlerden asla ve asla taviz vermedik ama ne inandığımız gibi tam yaşayabildik ne de yaşadığımız gibi inanabildik! Her ikisi arasında bunca zaman gelip-gittik! Yine de şükür dedik ve yolumuza devam ettik…
Daha çocukluğumuzda annemizin dualarıyla ısınmıştı yüreklerimiz. Onun şefkatli kollarında yüreğimize ılık ılık akan annemizin dualı nefesi ile soluk alıp-verdik yaşamımız boyunca. Umutlarımızı biledik gelecek için! Yarınlarımızı garantiye alıp dosdoğru yoldan taviz vermeden bir ömrü kefen yaptık ve adam gibi yaşamak için gerektiğinde kelleyi koltuğa alıp diklendik zulme karşı! Kırıldık ama eğilmedik, ezildik ama ezmedik, direndik ama çökmedik! Ve yıllarca ayakta durmayı başarsak da bir türlü inandığımız gibi tam yaşayamadık! Kutlu davamız uğruna çoğu zaman bu canı feda etme pahasına her türlü riske girdik! Milletimizin ve devletimizin geleceği için gerektiğinde ölümü bile göze alıp her türlü batıklığa daldık!
Yıllarca yılanlarla, çıyanlarla, akreplerle aynı bataklıkta nefes-alıp verdik! Ve onlarla mücadele ederek tarihimizi, kültürümüzü ve inançlarımızı soluduk yeryüzüne..!
Ve halâ irkiliyorum ve ürperiyorum..! Bugünlerde ya anneme bir şey olacak ya da ülkeme! Annemin akıbeti ve ülkemin akıbetini daha şimdiden görür gibiyim! Ve bütün gücümle dua ediyorum Yüce Rabbe… Ne anneme bir şey olsun ne de ülkeme… Anneme bir şey olursa takdir-i ilâhi derim, sineme çekerim, acılarımla yaşamaya gayret ederim; ya ülkeme bir şey olursa işte o zaman eyvah derim, yandık derim..! Toprak vatan, toprak ana, ana vatan..! Anne ve vatan aynı anda yüreğimde kavruluyor! Acısı yüreğimi dağlıyor! Sanki birine bir şey olursa diğerine de birşey olacakmış gibi ürperiyorum, korkuyorum ve çıldırıyorum! Ne anneme bir şey olsun, ne de ülkeme diyerek gece-gündüz dua ediyorum Yüce Rabbe…
Geceleri rüyalarım, gündüzleri kâbuslarım bırakmıyor peşimi, bırakmıyor gölgemi..! Her an her dakika, her saniye sanki bir şey olacakmış gibi irkiliyor ve ürperiyorum. Gözlerimi kapatsam rüyalarım, gözlerimi açsam kâbuslarım yakamı bırakmıyor! Bazen Azrail’in soluğunu hissediyorum ensemde! Azrail yanıbaşımda bir şeyler fısıldıyor kulağıma ama anlayamıyorum! Bir şeyler kopartılacak benden, candan, ciğerden! Ben ömrümce iki şeye sevdalıydım birisi anam, diğeri vatan… Şu anda her ikisinin de başı dertte! İkisinden birisine zarar gelecek diye korkuyorum. Her ikisinin başına da bir şey gelmesin diye dua ediyorum her daim Yüce Rabbe… Evet, kulaklarım çınlıyor, sanki bugün-yarın bir şeyler olacakmış gibi..! (Muhsin AKIL - 23 Temmuz 2013 – Anayurt Gazetesi)
“Ömrüm boyunca üç sevdam oldu: inançlarım, vatanım ve annem!
Aşk, sevda, tutku gibisi yoktur insanın hayatında. Ömrüm boyunca üç sevdam oldu: birisi inançlarım, ikincisi vatanım, üçüncüsü de anamdı. Bu üç aşk/sevda/tutku beni hayata bağladı. İnançlarım: inandığım gibi tam yaşayamadım ama her insan gibi günahıyla-sevabıyla inandığım gibi yaşamak için mücadele ettim. İkincisi vatanımdı (Türkiye): binlerce yıl önce Anadolu’ya göç edip yerleşen atalarımızdan (Selçuklu, Osmanlı…) miras kalan şehit kanlarıyla sulanmış bir avuç toprak parçası vatanım(Türkiye)! Dünyaya medeniyet öğretmiş bir neslin torunları olarak işte bu bir avuç toprak parçası vatanım bugün tehlikede! Üçüncüsü bizleri doğuran, emziren, büyüten ve üzerimizde titreyen biricik anamızdı(annem). Şimdi o da ömrünün son baharında bitkisel bir hayat diyebileceğimiz (4 aydır yoğun bakımda!) bir şekilde yaşam mücadelesi veriyor ve hayatı tehlikede! Hastaneler, doktorlar ve her şey yapılıyor; bize düşen bir tek şey kaldı o da sağlığı ve yaşaması için sadece dua..
O öyle bir kadındı ki, o öyle bir anaydı ki, o öyle bir insandı ki ne kelimeler, ne cümleler ne de sayfalar anlatmaya yeter..! Okuma-yazma bilmez, ümmi idi! Ama çoğu okumuşa taş çıkartan duyguları, düşünceleri ve nasihatleri ile (hani deriz ya Osmanlı kadın!) bizlere yol gösterdi, ufkumuzu açtı ve annelik görevini fazlasıyla yerine getirdi. Biz ona evlatlık görevimizi tam yapabildik mi bilemiyorum! O yüzden kahroluyoruz, üzülüyoruz ve için için eriyoruz..! Yine de takdir Yüce Rabbimizindir. Daha çocukluğumuzda Allah, peygamber sevgisini kulaklarımıza fısıldamıştı. Helal-haram sınırlarını bize göstermişti. Doğru ve yanlışı daha çocukluğumuzda ondan öğrenmiştik. Vatan ve millet sevgisini yüreklerimize işlemişti.
Anamızın deruni hisleri, basireti, feraseti karşısında çoğu zaman mum gibi erirdik… Böylesi ümmi bir kadının (anamızın) gizemli sır hayatı ama doğru teşhisleri, tespitleri, nasihatleri bizlere hep ışık olmuştur. Annemizin duaları ise kazalara-belalara karşı hep zırh olmuştur.
Yaşımız bir asrın yarısını geçti! Ama anamızın gözünde biz halâ çocuktuk! Ve hep çocuk kaldık! Ve 10 yıldır hasta olan annemiz için hastane hastane, doktor doktor koşuşturduk. Ve sonunda daha da ağırlaştı ve bir yıldır da iyileştirmek için çaba harcadık. 6 aydır araştırma, özel ve tıp hastanelerinde bazen yoğun bakımda, bazen gözlem odasında ve bazen de normal odasında yaşam mücadelesi verdi. Bizler elimizden geldiğince onu yalnız bırakmadık, hep yanında olmaya çalıştık ve ona olan son görevimizi yerine getirmek için kılı kırk yarıp ecel terleri döktük. Önce Meram Araştırma, sonra Özel Farabi, daha sonra Meram Tıp ve şimdi de Özel Medline Hastanesi’nde kritik yoğun bakım odasında! Böbrekler durmuş, solunum cihazı ve beynin yarısı felçli bir şekilde! Ve Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan gece Uzman Dr. Ayhan Onur’un bize gerçekleri dobra dobra anlatırken asla ümitsiz olmamız gerektiğini anlıyorduk! Uzman Dr. Ayhan Onur’un o kendinden emin vakur konuşmaları ile teselli bulduk.
Aslında burada özelden bahsetmeye gerek var mıydı diye kendi kendimi sorguluyorum! Fakat okuyucularıma olan ‘yazma’ sorumluluğum vardı. Yazacak o kadar konu varken ne gerek vardı özelden bahsetmeye?! Fakat kaç gündür Konya’da annemin tedavisi ile ilgilenmekte olduğum için dünyada ve Türkiye’de neler olup-bittiğini tam takip edemediğim için ve yapacağım yorumların sıhhat derecesinden de şüphe duyacağım için mecburen içinde bulunduğum ruh halimle siz değerli okuyucularımı köşemden mahrum bırakmak istemedim. Ben bu yazıyı Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan gecenin sabahında (ezanlar okunurken) yazıyorum. Belki siz bu yazıyı okuduğunuzda annemizi kaybetmiş olacağız! Amma hiçbir zaman Allah(cc)’dan ümit kesmedik ve zerre umutla da olsa bir mucize olur diye bekliyoruz. Özel Medline Konya Hastanesi’nde acil ve gerekli tüm müdahaleler yapıldı ve kesin teşhis konulabilmesi için de 72 saatlik süreyi beklemek zorundayız. …ve dualarınızı bekliyorum… (Muhsin AKIL -Anayurt gazetesi-29 Temmuz 2013)
YILANLARIN ÖFKESİ romanındaki Ayşe Kadın Annemdi..!
“Bugün gökyüzü biraz daha uzun, gece biraz daha kısa. Ayın ve yıldızların son anları. Günün ağarmaya başlamasıyla horoz sesleri de çekiliyor ortalıktan. Ağaçcı köyünde bir hareketlilik var… Sabah erken kalkan köylüler, bağa bahçeye gitmek üzere hazırlığa başlamıştı alacakaranlıkta. Kadınlar kahvaltı hazırlığında, erkekler ise ahırlara gidip hayvanları hazırlamakta. Genç kızlar da ellerinde testi ve bakraçlarla sabahın erken denecek bu saatinde çeşmeden su doldurma telaşında. Caminin yanındaki şırıl şırıl akan pınar, her zamanki güftesiyle şarkı söylemekte…
Genç kızlar, su doldurmak için sıra bekliyor. Onlardan birisi hamileydi. Duruşunda bir durgunluk, bakışında bir baygınlık, gözlerinde belli ki hüzün vardı! Çeşmenin akışındaki nağmeye kendini kaptırmış, bir anlık dalgınlığı duygu ve düşüncelerini esir almıştı! Adı Ayşe idi bu hamile kızın. Kızlardan biri onu fark etti ve hızla yanına gelip:“Kız Ayşe, senin ne işin var burada, su dolduracak başka biri yok muydu?” diyerek Ayşe’nin elindeki testileri aldı ve “Hamilesin sen, günün yakın, haydi sen evine git, suyunu biz doldurup getiririz!”dedi, tekrar sırasına geçti. Diğer kızlar da duymuştu bu sözleri. Arkasından Dudu seslendi Ayşe’ye:
“Ümmü doğru söylüyor kız, hadi evine git.” Bu sefer başka bir kız: “Kız karnın burnunda, kaza maza olur, düşersin Allah göstermeye, hadi doğru eve…” Ayşe söylenen sözlerin etkisiyle, gayri ihtiyari elini karnında gezdirdi, kızlara “sağolun” diyerek evinin yolunu tuttu. Ümmü, kendi kaplarını doldurduktan sonra Ayşe’ninkileri de doldurup oradan ayrıldı. Sırası gelen bütün kızlar testilerini doldurup evlerine dağıldılar.
Kızlar dağılınca, ilerde dut ağaçlarının altında onların çeşmeden ayrıldığını gören erkekler yanaştı bu sefer çeşmenin başına. Her birinin elinde yular, sulamak için getirmişlerdi hayvanları. Eşekler, katırlar, inekler, çeşmenin altındaki arktan su içmeye başladılar. Yağız genç delikanlılar, bir taraftan hayvanların keyifle su içmesi için ıslık çalıyor, bir taraftan da şakalaşıp sohbet ediyordu. Bu gençlerin içinde genç, yakışıklı, giyimi kuşamı düzgün biri vardı, adı Mustafa. Mustafa ıslık çalarak atını sularken, diğer gençler onu imrenerek seyrederdi, çünkü Mustafa’yı ayrıcalıklı kılan asil biri olmanın yanında, yularını tuttuğu hayvanın at olması da gençlerin gözünde onu üstün bir mevkiye taşıyordu. Mustafa ne zaman çeşmeye atını sulamaya gelse, gençler yanına yaklaşmak için adeta yarışırlardı. Mustafa ise onlar arasında hiç ayrım yapmaz, hepsine güler yüz gösterirdi. Ne de olsa “Zaptiyeler”in ya da “Koca Ahmetler”in Mustafa’ydı. Babasına Koca Ahmet derlerdi. Sülale olarak “Zaptiyeler” diye anılırdı. Varlıklı, zengin ve asaletin yanında bu bölgedeki bütün köylerin tanıdığı biri olmak Mustafa’yı elbette gençler arasında yüceleştiriyor, ona ulaşılmaz bir paye kazandırıyordu. Asillik, babası Koca Ahmet’ten yadigârdı Mustafa’ya.
Köyde at sahibi olmak, ayrı bir asaletin simgesiydi. Fakat Mustafa’ya at da yetmiyordu. Zor olduğunu bilse de kamyon sahibi olmak istiyordu. Bu sebeple şehre sık sık iner, hayalinin peşinde sürüklenirdi. Adı şehirliye çıkmıştı. Nasıl ve nerede öğrenmişse kamyon sürmesini öğrenmişti. Mustafa, köklü ve asil bir aileye mensup olsa bile asla şımarmamış, arkadaşlarına üstünlük taslamamıştı. Mütevazı, alçak gönüllü ve hoş görülüydü. O nedenle köyün gençleri pek severdi Mustafa’yı. Cömertlik ve yardımseverliğinin yanında şakacı yönüyle de yediden yetmişe herkesin gönlünü kazanmıştı. İşte, köyün bu yakışıklı genci, biraz önce çeşmeye su doldurmak için gelen Ayşe’nin kocasıydı. Zaten Ayşe’yi köyün diğer kızlarından üstün kılan da Zaptiyelerin gelini ve Mustafa’nın hanımı olmasıydı. Mustafa’nın babası Koca Ahmet, asil bir sülaleden geldiği gibi, aynı zamanda köyün hatırlı, sevilip-sayılan tek ağasıydı. Fakat onun ağalığı, Doğu ve Güneydoğu’daki ağalığa hiç benzemez, Dülgerler’deki ağalığın ise kıyısından köşesinden geçmezdi! Zengin, varlıklı, adil ve asil olduğu kadar cömert ve yardımseverdi. Bu yüzden Aladağ yöresinde onu sevmeyen yoktu. Her gittiği yerde baş üstünde ağırlanır, saygıda kusur edilmezdi. Koca Ahmetlere kim, nereden, ne istekle gelirse gelsin sırtlarını dönmezler, herkesi dinler, sorunlarını, müşküllerini gidermeye çalışırlardı. Kendisi Kurtuluş Savaşı gazisi olan Koca Ahmet, Mustafa Kemal’i yakından görmüş, onunla tanışmış biriydi. Mustafa böylesine asil bir babanın evladıydı. Bu nedenle adının Mustafa olmasıyla da her zaman gurur duyardı. Saygınlık ve asalet yönüyle Mustafa da babasına benziyordu. Bu bölgedeki tüm köylüler aynen babası Koca Ahmet gibi onu sevip- sayardı. Sanki Koca Ahmet’in bütün özellikleri, huyu suyu Mustafa’ya geçmişti. “(Yılanların Öfkesi : sh. 15-18)
“İhtiyarların cami avlusundaki bu güzel sohbetini, bir çocuk sesi bıçak gibi kesmişti.
* Müjdemi isterim Koca Ahmet dede!
Bütün ihtiyarlar ve Koca Ahmet, pür dikkat bu çocuğa dönmüş, ağzından dökülecek kelimeleri merak içinde bekliyordu.
* Müjdemi isterim, müjdemi isterim Koca Ahmet dede!
Koca Ahmet ayağa fırladı, kuvvetle muhtemel bir haber duyacağını düşünerek çocuğa heyecanla:
* Hele gel, yaklaş, müjdeni vereceğim, söyle bakalım!
* Müjdemi almadan vallahi söylemem Koca Ahmet dede!
* Ula yeğenim tamam dedik ya, vereceğim müjdeni!
Çocuk iyice Koca Ahmet’in yanına sokuldu, Koca Ahmet, baktı olmayacak elini cebine attı, çıkarttığı iki buçuk lirayı çocuğa uzattı:
* Haydi, söylesene ula, beni meraktan çatlatma çocuk!
* Torunun oldu Koca Ahmet dede, torunun oldu!
Koca Ahmet’in gözleri fal taşı gibi açıldı ve öyle bir nara attı ki…
* Deme lan, torunum mu oldu?! Demek torunum oldu ha! Kız mı, oğlan mı?
Çocuk kendinden emin ve güçlü bir sesle:
* İki buçuk daha verirsen onu da söylerim.
* Ula, sen beni haraca mı bağladın kerata!
Elini tekrar cebine attı, bu sefer kâğıt beş lira çıkmıştı.
* Bak ula yeğenim, sana iki buçuk değil beş kayme, haydi şimdi söyle oğlan mı kız mı?
* Oğlan Koca Ahmet dede, Oğlan…
Çocuk parayı kapar kapmaz uzaklaşıp kayboldu gözlerinin önünden. Koca Ahmet şaşkın şaşkın ihtiyarlara baktı, ihtiyarların da sevinçli olduğu gözlerinden okunuyordu. Onlara:
* Torunum olmuş, hem de oğlanmış, haydi bana eyvallah arkadaşlar, ben torunumu görmeye gidiyorum…
Koca Ahmet, uzun boyu, koca adımlarıyla uçarcasına, arkasına bakmadan evin yolunu tuttu. İhtiyarlar arkasından “Allah uzun ömürlü etsin.” diyerek dua etmişlerdi de onu bile duymamıştı Koca Ahmet.
Evin önüne geldiğinde kalabalığı gördü, kapının önünde Şerife Ebe elini yıkıyordu. İyice emin olmak için bir de ona sordu. O da ‘müjdemi almadan söylemem’ demesin mi!
* Çok geç kaldın Şerife, velet haber getirdi, ama pek emin değilim! Torunum olmuş, hem de oğlanmış, bu doğru mu?! Hele doğru olduğunu söyle de şehirden sana fistan getirteyim kızım.
Şerife Ebe, Koca Ahmet’in gözünün içine bakarak “Söz değil mi, Koca Ahmet dayı?”deyince, Koca Ahmet gür sesiyle “Söz kızım, sen hiç duydun mu Koca Ahmet’in söz verip de yerine getirmediğini, söz be kızım, haydi söyle, çatlatma beni.” Şerife Ebe nasıl olsa sözü almıştı. “Torunun oldu, hem de oğlan” der demez Koca Ahmet, sevinçten uçacak gibi oldu. Şerife Ebe’ye döndü ve heyecanla kükredi “Kız sana fistan getireceğim şehirden…“ dedi. Arkasından da “Keşke Mustafa’m da burada olsaydı, şehre gidecek zaman mıydı? Kamyon sevdasına şu yaptığına bakın!” diyerek evin kapısından içeri girdi. Salon kadınlarla doluydu, bu sefer hepsi birden “müjdemi isterim” demesin mi! Koca Ahmet, kasıla kasıla güldü, onlara da “Geç kaldınız kadınlar geç, bana sizden önce müjdelediler bile ama olsun, hepinize şehirden fistan getireceğim. Açılın da şöyle gireyim içeri.” kadınlar yol verdiler Koca Ahmet’e. Kapı üstüne vurmamak için başını eğip içeri girdi. Bir de ne görsün! Gelini Ayşe’nin yanında nur topu gibi bir oğlan çocuğu inletiyordu odayı. Başucunda karısı Fatik. (Asıl adı Zeliha idi ama herkes ona Fatik derdi.) İçerdeki birkaç kadın Koca Ahmet’i, gelini, karısı ve torunu ile baş başa bırakıp dışarı çıktı. Koca Ahmet’in sevinci, el ovuşturmasından belliydi, karısı ona doğru dönüp:
* Hoş geldin herif, çok şükür bir torunumuz oldu, oğlan.
* He duydum hanım, müjdeyi verdiler, ne kadar sevindim bilemezsin...
Koca Ahmet gelinine doğru iki adım atıp, yanına çömeldi.
* Ayşe kızım geçmiş olsun, gözün aydın, torunum olmuş…
Gelini Ayşe, zor güç Koca Ahmet’e seslenebildi:
* Sağol baba…
* Eh, nasıl hissediyon kendini?
* İyiyim Baba…
Bu arada yeni doğmuş çocuğun ağlaması Koca Ahmet’i coşturmuştu:
* Baksana, dünyaya geldiğine sevineceğine, ağlıyor velet!
Bu söze hanımı Fatik cevap verdi:
* Sen de herif, doğan çocuk tabi ki ağlar! Hangi çocuk doğduğunda sevinmiş ki?!
Koca Ahmet sonra da kendi kendine konuşmaya başladı:
* Öylesine laf söyledim işte… Ah ulan oğlum Mustafa, şehre gidecek zaman mıydı, bak nur topu gibi bir oğlun oldu, başında yoksun, kamyonun batsın emi! Nedir bu kamyon sevdası? At aldık yetmedi mi? Bir de kamyon diye başımızın etini yedin! Ah Mustafa’m ah… Şu anda hanımının başında olsaydın, oğlunu sevseydin fena mı olurdu? Neyse, tez elden haber salayım da şehre, bir an önce geliversin.
Hanımı Fatik:
* He, haber sal da gelsin görsün oğlunu.
* Tez elden haber salacağım şehre hanım…
* Herif, artık torununun olduğunu civar köylere duyur, kurbanlar kes ve ahaliyi davet et ki cümle alem görsün, duysunlar Koca Ahmetlerin torunu olduğunu ve paylaşsınlar Koca Ahmetlerin coşkusunu, sevincini…
* Hanım bir bu eksikti, yahu bir torunum olmuş, düğün değil dernek değil!
* Bak, sen torununa kurbanı çok mu görüyorsun?! Hem de bir değil iki değil tüm ahaliye yetecek kadar keseceksin. Allı şanlı kutlanacak bu çocuğun doğumu. Hem de davullu-zurnalı… Yoksa seninle papaz oluruz herif!
* Tamam, anladık, dırdır etme, keseceğim, hem de bir değil, beş değil, on keseceğim…
* Hah şöyle biraz yola gel… Yahu sen cimri değilsin, mertsin, yiğitsin, cömertsin… Aha torununu gördün, sözü de aldık… Şimdi gidebilirsin, bizim daha çok işimiz var!
* Tamam hanım, kalkıyorum.
Ayağa kalkmadan torununun yanına eğildi ve alnından öptü, sonra gelinine dönerek:
* Kızım tekrar geçmiş olsun, biraz daha durursam hanımdan dayak yiyeceğim, ben gidiyorum…
Hanımına dönerek:
* Aman ha, gelinime ve torunuma iyi bakasın hanım!
Bu sefer hanımı Fatik’in damarına basmıştı:
* Şu elimdeki bastonu görüyorsun değil mi? Bak, gelinimin yanındayım, daha ne söylüyorsun sen?
* Tamam Hanım tamam, kızma anladık.
Koca Ahmet gelinine döndü:
* Tekrar geçmiş olsun kızım, ben gidiyorum, bu karı ile baş edilmez.
Gelin Ayşe, Koca Ahmet ile kaynanası arasında geçen bu konuşmaya gülmemek için kendini zor tuttu. Kayınbabasına zoraki bir tebessümle:
* Sağol baba!
Koca Ahmet sonra da hanımına döndü:
* Ben cami avlusunda olacağım, ihtiyarların yanında. Bir şey lazım olursa haber salarsın...
* Tamam herif, anladık, hâlâ ne duruyorsun?!
Koca Ahmet:
* Fesübhanallah, bizim hanım da bi âlem, iki dakika olsun torunumla beni baş başa bırakmadı. Neyse, hadi bana eyvallah.
Hanımı:
* Bak halâ dırdır ediyor yahu!
* Tamam tamam, çıkıyorum.
Koca Ahmet, geldiği gibi sevinçle evden çıktı ve soluğu tekrar ihtiyarların yanında aldı. Onlara yeni doğan torununu ballandıra ballandıra anlattı. İhtiyar arkadaşları da hem sevindiler hem de “Allah uzun ömür versin.” deyip kutladılar. Ve torununun hatırı için onlara akşama kadar Kurtuluş Savaşı anılarını anlattı. Rüstem Ağa, ara sıra Yemen türküleri ile sohbete renk kattı. Tez elden şehre haber salındı. Haber alır almaz oğlu Mustafa köye gelmişti. Hem de ertesi gün şehirli bir arkadaşının arabasıyla. Mustafa da oğlu olduğu için büyük bir sevinç içindeydi. Koca Ahmetler el birliği edip seferber oldular ve büyük bir hazırlık başlattılar. Civar köylerin hepsine haber edildi. Duyan akın etmişti Koca Ahmetlerin köyüne. Kurbanlar kesilmiş, pilav kazanları kurulmuş, ayranlar ve şerbetler hazırlanmış, üç gün üç gece muhteşem bir doğum günü kutlaması yapılmıştı. Arkasından Kur’an okundu, dualar edildi. Sıra çocuğa isim koymaya gelmişti. Ad koyma işi ise gelinin babasına bırakılmıştı. Gelin Ayşe’nin babası Şabab Ömer de çok sevinmişti bir torunu olduğuna ve duyar duymaz da tüm akrabalarıyla birlikte kızının köyüne gelmişti. Şabab Ömer zikir ehli, ağzı dualı, evliya gibi bir adamdı. Kendi köyü dâhil tüm civar köyler, duasını almak için ziyarete gelirdi. Fettah Dayı ile de arası çok iyiydi. Hatta Fettah Dayı ile gelinin kayınbabası vasıtasıyla akraba idiler. Çünkü Fettah Dayı’nın hanımı Sağır Hala, Koca Ahmet’in kardeşi idi. Nihayetinde bebeğe ad koymaya sıra geldi, aile boyu toplandılar odada. Koca Ahmet, hanımı Fatik, Mustafa ve kardeşleri Veysel, Muzaffer ve Ramazan… Hatta Vali Kemal, Keloğlan, Fettah Dayı,Tavukçu ve hepsinin hanımları da dâhil olmuştu bu dairenin içine. Şabap Ömer, hanımı Fadime, Ayşe’nin erkek kardeşi Dört Göz Kerim, hanımı Cüveyde ve diğer akrabalar… Şabab Ömer, çocuğun başında uzun süre Kur’an okudu, dualar etti. Nihayet çocuğun ismini söyledi, adı Muhlis olmuştu. Sonra çocuğun kulağına ezan okudu ve kucağına aldı, incitmeden sevdi, yüzüne bakıp bir şeyler mırıldandı. Adeta çocukla konuşuyordu Şabab Ömer, kızına döndü: “Bu çocuğa iyi bak kızım, bunda devlet kokusu görüyorum, Allah uzun ömürlü etsin!” diyerek tekrar çocuğun alnından, yanaklarından öptü ve kızının kucağına verdi. Yeniden dualar edildi, çocuğa isim verme de nihayete kavuşmuş oldu.
Aradan aylar geçti, Muhlis yavaş yavaş büyüyordu. Daha yılını doldurmamıştı, Koca Ahmet’in oğlu Mustafa, hanımı Ayşe, kızları Makbule ve Muhlis bebek bir süreliğine Dülgerler’e gelmişlerdi. Mustafa kırmamıştı hanımı Ayşe’yi, getirmişti kayınbabası Şabap Ömer’in köyüne…
Muhlis, sürekli ağlıyor, kimse susturamıyordu. Bir tek Şabab Ömer ve Fettah Dayı çocuğu susturabiliyordu. Bebek ne zaman ağlasa, onlar hep dua ederdi. Ancak o zaman susuyordu Muhlis bebek. Yine böyle bir gündü; Şabab Ömer, Muhlis’i kucağına almış seviyor, kulağına dualar okuyordu. Kızına söylemek istediği bir şeyler vardı ama bir türlü söylemeye cesaret edemiyordu. Bugün kızı ve torunu ile baş başa idi, artık söylemeliydi. Bundan iyi de fırsat olamazdı. Nasıl olsa Mustafa da yoktu, yine şehre kamyon için gitmişti. Ortam müsaitti, şimdi
konuşabilirdi, sadece kızının duymasını istediği için bugüne kadar söyleyememişti. Şabap Ömer kızını dizinin dibine oturttu ve Muhlis’i işaret ederek:
* Bu çocukta bir gariplik var kızım, hem ağlıyor hem de çok zayıf, hasta da değil, dedim ya garip bir çocuk!
Şabap Ömer, bu sözleri söylerken bir an durakladı ve kekelemeye başladı:
* Evet kızım, bu çocukla ilgili çok istihareye yattım, ilginç rüyalar gördüm, bu çocukta gizemlilik ve sırlar var! Fakat ben bile çözemedim. Diyebilirim ki gördüğüm rüyalar bu çocuğun çok sıkıntı çekeceğine işaret… Sanki hayatının çileyle geçeceğini biliyor da bu yüzden ağlıyor. Çocuğun ismini koyarken de söylemiştim. Bu çocukta devlet kokusu alıyorum. Herhalde devlete çalışacak yine de gaybı Yüce Rabbimiz bilir. Bizimkisi sadece dua, rüya, istihare… Bu çocuğun üzerine titre kızım, ona iyi bak, inşallah hayırlı bir evlat olarak yetişecek.
Bu sözleri Muhlis bebeğin annesi hiç unutmamıştı, hatta benzer sözleri de Fettah Dayı’dan duyduğu vaki olmuştu. Fettah Dayı da ara sıra ziyaret eder, Muhlis bebeği sever onunla arkadaşmışçasına konuşurdu. Onun kulağına bir şeyler söyler ve sürekli dua ederdi. Hem babası Şabab Ömer’in hem de Fettah Dayı’nın, Muhlis ile bu denli ilgilenmesi dikkatini çok çekiyordu Ayşe’nin. Hatta Ayşe “Gariplik sadece oğlum Muhlis’te değil, babam Şabab Ömer ve Fettah Dayı’da da var!” diye söylenirdi kendi kendine…” (Yılanların Öfkesi: Sh. 30-38)
“Muhlis yedi yaşına basmıştı. Tam da okul çağı… Okula yazılacağı günü iple çekiyordu. Çok önceden aldırmıştı babasına siyah önlüğünü, beyaz yakasını ve okul zerzevatını…
Yaz tatili sona ermiş, okullar açılmasına az kalmıştı…
Babası işlerinin yoğunluğu ve sürekli evinden uzak olduğundan Muhlis ile ilgilenmeye zaman bulamıyordu. Çünkü zor bir işti kamyonculuk. Hem sabır hem de hasretlik kaderine kazınmıştı babasının… O yüzden annesi ona babalık da yapıyordu! Yine babasının yollarda olmasından dolayı Muhlis’i okula kaydettirme işi annesine kalmıştı. Kayıt yaptırmaya giderken siyah önlüğünü giyip, beyaz yakasını takan Muhlis’in sevinçten bulutlarda uçması annesine ayrı bir mutluluk vermişti. Oğlunun sevinci ‘sevinci’ olmuştu. Babasının yeni aldığı cici pantolonu ne de çok yakışmıştı bu siyah önlüğün ve beyaz yakalığın altına! Hele o sırt çantası, omuzunda yıllar yılı eskimeyecekmiş gibi duruyordu. Okula vardıklarında hâlâ sevinçliydi. Muhlis’in kaydını yapan görevliler bile şaşırmıştı bu sevince. Daha okul açılmamıştı ki! Öğrencilerin sadece kaydı yapılıyordu. Muhlis’in okuma aşkının hal ve hareketlerine yansıdığı ne kadar da belliydi! Onun bu hali okul görevlilerinin gözünden kaçmamış ve bazı hediyeler vermek isteseler de Muhlis kabul etmemişti. Hatta okul görevlilerine alaylı bir şekilde bakıp “Benim kalemim, defterim ve silgim var.” diyerek çantasını açıp göstermişti. Sonunda Muhlis’i, konuşarak gönlünü yaparak yumuşatmışlar ve hediyeleri verebilmişlerdi. Kayıt işlemleri bittikten sonra anne oğul evin yolunu tuttular. Olan yine annesine olmuştu! Eve gelmelerine rağmen Muhlis’e ne elindeki çantayı ne de siyah okul önlüğünü bıraktırabilmişti. Ne olacak bu çocuğun hali diye annesi sürekli üzülüyordu. Muhlis,
annesinin okul giysilerini çıkartmasını söyleyeceğini fark eder etmez soluğu sokakta almış, okul giysisi ve elindeki çantasıyla mahalledeki arkadaşlarına öyle bir hava atmıştı ki hiç sormayın! Hele öyle bir yürüyüşü vardı ki kasıla kasıla… O gün akşama kadar eve gelmemişti. O gün hava kararmak üzereyken annesi onu arkadaşlarıyla top oynarken bulmuştu her zamanki boş tarlada. Kulağından tutup zoraki, sürükleye sürükleye getirmişti onu eve. Muhlis’in yeni pantolonu, üstündeki siyah önlüğü ve beyaz yakası daha ilk günden kirlenmişti. Hatta ayakkabısının bile önü açılmıştı top oynarken. Fakat ne kirlenen kıyafetleri, ne açılan ayakkabısı ne de annesinin azarlaması Muhlis’in umurunda değildi. O bambaşka bir hayal dünyasında yüzüyordu…
Muhlis’in annesi okuma yazma bilmez, mektep medrese görmemiş, ümmi bir kadındı. İlkokul üçe kadar okuyan, sadece harfleri ve rakamları tanıyabilen bu kadın, yazıları zoraki heceleyebiliyor ama bir türlü okuyamıyordu. Saf, temiz, asil, cömert ve merhametli bir kadındı. Aynı zamanda dindar ve güzel ahlaklı… Namazlarını kaçırmaz, elinden tespihi düşmez, sürekli dua ederdi. Dilinde Allah kelâmı hiç düşmez, haramı helali bilir, kul hakkına riayet eder ve her daim sıla-i rahim yapardı. Mahallesindeki fakir fukarayı gözetir, hastaları ziyaret eder, düşkünlerin elinden tutardı. Kocasının getirdiği kasalar dolusu meyve ve sebzeyi fazla bulur, aynen kocası Mustafa gibi konu komşuya dağıtırdı. Mahallede sevilen, hürmet edilen ve saygı gösterilen bir kadındı. Çocukları üzerinde titrer, onlara daha üç beş yaşında iken başlamıştı Allah, Peygamber sevgisini ve korkusunu öğretmeye. Bazen sevdirerek bazen de korkutarak… Neyin helal neyin haram olduğu konusunda nasihatler ederek, örnekler vererek…
Muhlis ve kardeşi Mehmet böyle yetişiyordu. Yıllar geçmiş, Mustafa ve Ayşe’nin üçüncü çocukları olmuştu. Kızdı adı Şengül’dü. Fakat Şengül o kadar sevimliydi ki, adeta evin neşesi olmuştu. Konu-komşu onu sevmeye gelirdi. Bilhassa ev sahipleri Hacı Dede’nin torunu Şengül’ü sevmek için her gün Ayşe kadının evindeydi. Onu alır, kucaklar, öper, ayağında sallar, saatlerce onunla vakit geçirirdi. Bazen ayaklarından tutup havada döndürürdü. Ayşe kadın bu durumu birkaç kez görmüş, Havva’yı azarlamıştı. Zordu Ayşe kadınının işi, hangi birisiyle ilgilenecekti. Ama üçünün de üzerinde titriyordu. Muhlis ile Mehmet arasında zamanla geçimsizlik oluşmaya başladı, en çok da Şengül’ü severken kavga ederlerdi. Biri der ben seveceğim, diğeri der ben seveceğim, olan hep Şengül’e olurdu. Şengül ismini eski ev sahiplerinin kızı koymuştu. Mustafa ve Ayşe, eski komşu kızını kıramamış, çocuklarının ismi Şengül olarak kalmıştı. Aslında Mehmet’in de Muhlis’ten eksik kalır yanı yoktu. O da çok yaramazdı, ne de olsa ağabeyine çekmişti. Ağabeyi Muhlis nerede kardeşi Mehmet de oradaydı. Muhlis nereye gitse hep onu takip ederdi. Abisinin peşini hiç bırakmazdı.
Anneleri onların yaramazlıklarından bıkmıştı. Babalarına ne kadar şikâyet etse de bir şey değişmiyordu. Çünkü babaları çocuklarını çok az gördüğü için kıyamıyordu onlara. Anneleri ise azarlayıp bazen bir iki fiske attığında dayanamaz, bir köşeye çekilir “Keşke ellerim kırılsaydı da vurmasaydım, dövmeseydim çocuklarımı!” diye gizli gizli ağlardı. Anne yüreği işte, dayanamazdı! Ama azarlamadan, hırpalamadan da olmuyordu! Her anne baba gibi çocuklarının hayırlı birer evlat olmasını o da istemez mi hiç!
Çocuklarının en büyüğü Muhlis olduğu için onun eğitimine, ahlâkına ve terbiyesine pek dikkat eder, kardeşlerine örnek olsun diye saçını süpürge ederdi. Muhlis’e ne kadar kızıp bağırsa, ara sıra pataklasa da annesinin ona karşı olan derin bir sevgisi vardı. Şımarmaması için bu sevgisini hep gizlerdi. Aslında oğlu Muhlis ile gurur duyuyordu.
Okulların açılmasına birkaç gün kalsa da Muhlis her zaman olduğu gibi yine çizgi roman almaya, harçlığını çıkartmak için annesinden habersiz simit ve su satmaya devam etti... Kazancının artanını annesine vermek istiyordu ama durum anlaşılır diye korktuğundan annesine vereceği paraları biriktiriyordu bir gün nasıl olsa veririm diye. Daha önceleri annesi onu simit ve su satmayı bıraktırmak için ne kadar uğraştı ise de bir türlü vazgeçirememişti. Muhlis yine de bildiğini yapmıştı. Ayrıca çok da kazandığı için annesinden hiç para istemez olmuştu. Bu durum ister istemez annesinin dikkatini çekmişti. Muhlis yine gizli bir şeyler çeviriyor diye annesi kara kara düşünürdü. Nereden bilecekti Muhlis’in yine simit ve su sattığını… (Yılanların Öfkesi: 47-50)
“Muhlis bunları düşünerek eve geldi. Kapıyı sessizce açtı. Annesi bu saate kadar eve gelmeyen oğlunu bahçede merakla beklemiş, gözüne uyku girmemişti. Muhlis’i görür görmez ayağa kalktı “Nerede kaldın oğlum, bizi merakta bıraktın.” Annesinden önce davranıp tok olduğunu da söyledi. Annesi “Biliyorum oğlum, biliyorum!” demesin mi! Arkasından da “Aradığını buldun değil mi? Gözün açıldı artık. Eh ne olacak karanlıkta gidip aydınlıkta gelirse bizim oğlan!” Annesi konuştukça Muhlis şaşırıyordu. Annesi neler diyordu öyle! Aradığını buldun mu? Karanlıkta gidip aydınlıkta gelirse! Oysa ki karanlıkta değil sabah evden çıkmıştı! Aydınlıkta değil karanlıkta eve gelmişti! Annesinin tuhaf ve manalı konuşmalarını çözmeye çalışıyordu. Muhlis’in kafasında bir anda şimşekler çaktı. Annesi saçmalamıyordu ki! Evet, bir şey ima etmek istiyordu. Zaten kendisi gün boyunca ‘aradığımı buldum’ diye sayıklamamış mıydı?! Hem “Gözün açıldı” ve “ Karanlıkta gidip aydınlıkta gelirse bizim oğlan!” dememiş miydi annesi! Muhlis içinden “Eyvah!” dedi. Komutanın yanına gözleri bağlı gitmiş, açık gelmişti. Annesi neyi ima ediyordu? Hem nereden bilecekti! Ama annesinin söyledikleri hep doğruydu. Sanki annesi onu izlemiş ve dinlemişti. Muhlis bir an annesinden öyle bir korktu ki tam bunları düşünürken tekrar “Aradığını buldun değil mi Muhlis” diye seslenmesin mi! Muhlis “Anneyi neyi buldum?” sorusu üzerine annesi öyle bir ilm-i siyaset yaptı ki: “kaybetmiş olduğun saati!” sözleri dökülüverdi dilinden. Evet, geçen hafta kol saatini kaybetmişti. Ama saat kelimesinin bile tesadüf değil tamamen tevafuktu!
Muhlis’in eli ayağına dolaşmıştı. Ne söylemeliydi şimdi annesine? Geçen hafta kaybettiği saatini de annesi hatırlatmıştı zaten kendisine. Annesi evde çok aramıştı ama saat hâlâ kayıptı. Ve şimdi de onca sözden sonra manevra yaparak sözü saate getirip hatırlatıyordu. Okuma yazma bilmeyen ki ümmi olan annesinin basiretine, ferasetine ve kıvrak zekâsına bir kez daha hayran kalmıştı Muhlis.
* Evet, saatim hâlâ kayıp, hâlâ bulamadım!
Annesi:
* Vakti saati gelince onu da bulursun!
* Anne neler saçmalıyorsun öyle? Vakti saati falan! Saati bulamadığımı söyledim ya..
* Oğlum bugün canım öyle bir zemzem çekti ki, çarşıda hac malzemeleri satılan yere uğrada bana zemzem ile hurma al getir diyecektim ama sana bunu tembih etmeyi unutmuşum!
Muhlis annesinin bu sözleriyle iyice tedirginleşti, beyninde şimşekler çakmaya başladı. Kendisi bugün zemzem içmiş ve hurma yemişti. Bunlar asla tesadüf olamazdı. Annesi her zamanki gibi ona bir şeyler anlatmak istemişti. Bu kadın ermiş, bu kadın Allah dostu… Fakat şimdi ne söyleyecekti annesine. Yalan da söyleyemezdi ki en iyisi susmak… Evet, tek yapacağı şey susmaktı. Artık düğüm çözülmüş, her şey bütün çıplaklığıyla ortadaydı. Kendisi okullarda onca yıl dirsek çürütmesine rağmen annesinin sırlarını çözmeye muktedir olamamıştı. Ama annesi onun sırlarını imalı ve dolaylı yollardan hem de yüzüne söylüyordu. Ne de olsa zikir ehli, elinde tespih gece gündüz Allah diyordu. Namazını hiç geçirmez, dilinden dua eksilmezdi. Bu yaşadıklarımıza bakıp Ehl-i Keramet sahibi bir kadın denebilirdi. Annesi derinleri de biliyordu! Şimdi çok iyi anlıyordu annesinin sürekli komutan gibi biz demesini, laf açıldığında ‘ben’ demez hep ‘biz’ derdi hep. Muhlis bazen takılırdı annesine: “Yahu anne hep ‘biz’ diyorsun, peki diğerleri kim?” Annesi de “lafın gelişi” der geçiştirirdi. Annesi herhangi bir konuda ne derse tasdik edecekti. Bugün annesine tam teslim olmuştu. Ayaküstü önce kardeşlerini, sonra babasını, daha sonra ninesini sordu. Kardeşleri uyuyor, babası yoldan gelmemiş, ninesi de gecenin bu saatinde uyumuş olsa gerekti. Annesini fazla yormadan odasına geçip elbiseleri ile birlikte divana uzandı. Elini başının arkasına koyup bugün komutanla birlikte olduğu her anı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirdi. Eve geldiğinde annesinin söyledikleri ile de karşılaştırdı. Ve ışıklar açık ve üzerinde elbise ile divanda sabahlamıştı sabaha kadar… (Yılanların Öfkesi: 143-146)
“Ne zaman ki kulübesine yılan geldi Muhlis o günden sonra huysuzlaşmaya başladı. Ama yılan rahatsız etmemişti ki kendisini. Yine de huysuzlanmıştı. Suçu yılana da bulamazdı. Yalnızlığın vermiş olduğu bir psikolojik bir durum olsa gerek… Kafasından atmalıydı bu düşünceyi. Hatta tüm bu tür düşünceleri… Yoksa gidişat pek iç açıcı değildi… Her geçen gün daha çok bunalıyor, daha çok yalnızlaşıyor ve daha çok irade dışı hareketler yapıyordu… Muhlis’te tekrar delilik belirtileri zuhur etmeye başladı…
Muhlis ne kadar gayret etse de üzerindeki halsizliği, durgunluğu ve monotonluğu bir türlü atamamıştı. Sürekli düşünüyordu. Hem hayırlı şeyler hem de şer şeyler… İki düşünce arasında gel-gitler yaşıyordu. Yalnızlık onu bunaltmıştı. Bazen öyle şeyler akılına geliyordu ki çıldıracak gibi oluyordu. Çünkü tembellik adeta ruhuna işlemişti. İçine kapanmış sürekli düşünüyordu. Saatlerce Gölet’in yanında pinekledi. Kâh Gölet’in etrafını dolaşıyor kâh kulübesinin... Bazen de yeşil çimenler üzerine oturup kendi kendine konuşuyordu. Muhlis karamsar düşüncelerle akşamı etmişti. Allah’tan ki sapanıyla birkaç kuş vurup pişirecek kadar hareketlenmiş ve bugün de aç kalmamıştı. Nihayet akşam olmuştu. Uzun süre kulübesinin önünde oturdu. Havada soğumuş ve üşümeye başlamıştı. O yüzden erkenden kulübesine girdi. Uzanıverdi yaprak ve çimden yatağının üzerine. Ellerini çenesine dalarak dalıp gitti derin düşüncelere. Aklına neler geldi neler… Alkol aldığı günleri hatırladı. Canı önce sigara istedi. Daha sonra bira ve rakı… Şurada olsaydı güzel bir çilingir sofrası keyfine diyecek yoktu o
zaman. Bir de alaturka müzik. Gel keyfim gel… Eksik olan neydi? …kadın! Birden cinsel içgüdüsü depreşti ve şehvete geldi… Kadın arzulamıştı. Hem öyle bir arzulamıştı ki… Evet, şimdi güzel bir çilingir sofrası olsaydı, çeşitli mezeler, Aslan sütü Rakı… Ve bir de manita… Muhlis, düşünce derinliğinde aynen bunlara odaklanmış ve sanki yaşarmış gibi hayal etmeye başladı. Adaya geldi-geleli neden böyle güzel şeyler düşünerek vakit geçirmemişti ki… O yüzden kendisine kahretti, lânet okudu… Böyle güzel hayaller dururken neden hep farklı hayallerle günlerini geçirmişti? Evet, keşke olsaydı şimdi bu çilingir sofrası… Bir de kadın.. Cinsel dürtüleri iyice önplâna çıkmaya başladı. Evet, şu anda yanında kadın olsaydı ne de güzel olurdu. Sarılsaydı boynuna, dudaklarından öpse, göğüslerini okşasa, onunla doya doya sevişse… Muhlis aynı anda, sigara, alkol ve kadına odaklanmış ve madde alıcıları gibi hayal dünyasında uçmaya başlamıştı. Tam bu güzel hayallerle haşır-neşir olmuşken dışarıdan biri ses gelmez mi! Kulak verdi bu sese, biri kendisine sesleniyordu..!
* Muhlis, çık dışarıya… Gel yanıma… Sigara da var, alkol de, kadın da…
Muhlis bu sesi duymuştu. Fakat hayal dünyasında yaşadığı için gülüp-geçmişti. Fakat aynı ses kulaklarını çınlatmaya devam ediyordu.
* Muhlis, sana diyorum. Dışarı çıksana. Sana sigara da var, alkol de kadın da…
Muhlis yine gülüp-geçti… Kendi kendine sesler duyduğundan emin olmaya başlamıştı… Böyle derin ve güzel hayaller kurarsa daha ne sesler duyacaktı… Aldırmadı dışarıdan gelen sese… Zaten hayal dünyasındaydı… Artık hayalinde öyle bir sahne canlandırmıştı ki sormayın… Kulübesinde çilingir sofrası, elinde sigarası, yanında da güzel bir hatun keyfine diyecek yoktu… Yanına uzanmış ve her biri birbirinden güzel, çekici ve seksi çırılçıplak hatunlar... Ara-sıra kadeh tokuşturuyor, öpüşüyordu… Hayal bile olsa onlarla çılgınca sevişiyordu… Alkol ve kadın onu ayrıca sarhoş etmişti! Şimdi hayalinde birbirinden güzel kadınlar canlanıyor ve onlarla çılgınlar gibi sevişiyordu. Hayalinde canlandırmış olduğu dünya güzeli bir kadın dizlerinin dibine kadar sokulmuş ve uzanıvermişti yanına. Muhlis ise kendinden geçmiş ve kadının dudaklarından tam öpecekti ki dışarıdan yine aynı ses:
* Muhlis, bunların hepsi hayal, yahu gel diyorum sana.. Kurtul şu boş hayallerden.. Çık dışarı, gel yanıma… Sana sigara, alkol, çilingir sofrası ve en güzel kadınlar… Haydi, kurtul şu hayallerinden de bekletme beni…
Muhlis artık iyice şüphelenmiş ve sese kulak vermişti. Hayal dünyasından arındığı anda ses hâlâ devam ediyordu. Hem de dışarıdan geliyordu… İki adımlık öteden… Hâlâ kendisine sesleniyor ve yanına çağırıyordu. Evet, bu ses gerçekti galiba! Aniden duyduğu sese kulak verdi.
* Hah şöyle… Bak hayal dünyandan kurtuldun. Sesimi de duyuyorsun. Hele sen kapıyı bir aç beni göreceksin… Çık haydi dışarı, ben eski bir dostunum. Çocukluk arkadaşınım. Senin bu yalnızlığından kurtarmaya geldim. Ne yapayım dayanamadım. Çık dışarı, görünce beni tanıyacaksın. Ben yılladır bu adadayım. Hep seni bekledim. Bak geldin de… Çık hele dışarı… Sana sigara, çilingir sofrası ve birbirinden güzel kadınlar… Artık kendine gel, kalk ayağa da çık dışarı yahu…
Sesleri gerçekten duymuştu Muhlis. Kulaklarına inanamadı. Önce korktu. Fakat bu ses hiç yabancı gelmiyordu. Tanıdık birinin sesiydi… Hem öyle bir tanıdık sesti ki! Olur mu olur! Zaten yarı hayal dünyasından kutlulamamıştı. Ama tekrar tekrar işitmiş olduğu sese kulak verdi ve kalktı ayağa… Yarı korku içinde açtı kapıyı… Bir de ne görsün! Ses gerçekmiş, dışarıda ufak-tefek bir adam… Eve, evet hatırlıyordu bu adamın simasını… Çocukluk arkadaşlarından birisi… Kendisini çok iyi hatırlamıştı ama ismini çıkartamamıştı.. Önce rüya sonra hayal zannetti! Gördüklerinin hayal mi, rüya mı, gerçek mi olduğunu anlayabilmek için bir cimbik attı kendisine. Ve parmakları ile kendi yüzüne dokundu. Baktı ki uyanık! Kendisine seslenen adam tam karşısındaydı. Ve duyduğu ses gerçekti. Yine inanamadı. Kulağı hâlâ aynı sesteydi. Bu sefer yine parmaklarıyla elini kendi yüzüne götürüp avurtlarını sıkıştırdı. Yahu ne hayal ne de rüya! Bal gibi gerçek bu… Gözlerini ovuşturdu ve tekrar karşısındaki adama baktı. Evet, hayal veya rüya değildi! Peki, onun ne işi vardı bu ada da? Yoksa kendisi gibi o da mı bu adaya düşmüştü… Tanıdı onu… İsmini hatırlayamasa da gerçekten çocukluk ve okul arkadaşıydı karşısındaki! Adam Muhlis’e bakıyor ve hâlâ konuşuyordu…
* Haydi, bakma öyle aval aval.. Tanıdın işte beni… Çocukluk ve okul arkadaşın… Acele et takip et beni… Soru da sorma vakit yok… Haydi takip et beni, seni öyle bir yere götüreceğim ki, ömründe görmediğin bir yere, sana felekten bir gün yaşatacağım… Orada sigara, içki, kadın her şey var… Yaşayacaksın oğlum acele et… Durma öyle… Hareketlen biraz… Çubuk ol… Bakma öyle öyle bana aptal aptal… Hareketlen, çabuk ol ve takip et beni…
Muhlis maziye döndü ve arkadaşının aynı sözlerini hatırladı. Hep Muhlis’e böyle sürprizlerle şaka yapardı. Hem de hiç ummadığı anlarda… Aynen o günleri hatırladı… Bak şimdi de gelmiş yine sürpriz yapıyordu. Fakat boyu bir hayli kısaydı! Boyun büyüdüğüne inanırdı ama kısalacağına asla! Hem boy büyüse de bile o da belirli bir yaşa kadar… Ondan sonra büyümesi imkânsız… Fakat bu çocukluk arkadaşının boyu o kadar kısalmıştı ki! Yahu şu an düşünülecek sıra mıydı?! Muhlis takıldı çocukluk arkadaşının peşine… Fakat o kadar hızlı gidiyordu ki bir türlü ulaşamıyordu… Hep aynı şeyleri tekrarlıyor başka bir şey demiyordu… Yahu dursa da bir-iki çift laflasaydı ya… Sanki uçuyordu… Muhlis de ona ulaşmak için öyle hızlı yürüyordu ki…
Gecenin karanlığı, Muhlis’in ayakları çıplak, nereden çıktıysa çıktı çıktı karşısına çok eski bir arkadaşı ve takıldı peşine gidiyordu arkasından. Fakat içine biraz kuşkuyu bir türlü atamadı. Zihni iyice karışmıştı. Yahu bu adamın boyu çok ufak! Ama arkadaşının boyu gerçek boyunun yarısı kadardı! Nasıl olur da yıllar sonra bu kadar kısabilirdi?! Aniden zihninden bu düşünceler geçti. Zaten arkasından koştururken bir türlü yakınana gelip bakamıyordu. Sonra da ‘boşver’ diyerek aldırmadı ve adamın peşinden yürümeye devam ediyordu. Çıplak ayakla yürüdüğünün farkında bile değildi. Eski arkadaşı olarak hatırladığı bu adam hem önde gidiyor hem de hep aynı şeyleri tekrarlıyordu.
* Haydi Muhlis, biraz daha acele et… Az kaldı… Biraz sonra göreceksin sana öyle bir gece yaşatacağım ki… Müthiş bir çilingir sofrası… İstediğin kadar alkol… Mezede neler yok ki… Ya fıstıklar… Yani, manitalar… Seksi ve hepsi birbirinden güzel
kadınlar… Oğlum yaşadın bu gece sen yaşadın… Takip etmeye devam et beni… Biraz daha hızlan…
Muhlis bu sözlerin etkisiyle adımlarını öyle hızlandırmıştı ki… Ama adama bir türlü ulaşamıyordu. Yahu ne kadar hızlı gitse de yanına bile yaklaşamıyordu. Kendisinden sekiz-on adım önde uçarcasına yürüyordu. Ve adam aniden zınk diye durunca önünde, ister-istemez kendisi de irade dışı durmak zorunda kalmıştı. Ve kulağına sesler gelmeye başladı. Gerçekten davul-zurna sesleriydi duydukları… Müthiş bir müzik… Ve o anda önündeki adam eliyle bir yeri işaret ederek Muhlis’e,
* Bak geldik bile… Görüyorsun değil mi?! Az kaldı… Bak karşıya…
Muhlis adamın eliyle gösterdiği yöne doğru baktığında gözlerine inanamadı. Loş ışıklar, çimenler üzerinde sevişen erkekli-kızlı insanlar, ağaç diplerinde kadeh tokuşturanlar… Kahkaha atanlar… Olamazdı, imkânsızdı… Ama gördükleri gerçeğin ta kendisiydi.. Durduğu yerde bu manzarayı seyretmeye başladı… Evet, çıplak gözleriyle görüyordu. Erkekli-kızlı insanlar… Dans edenler, kadeh tokuşturanlar, çimlerin üzerinde çılgınca sevişenler… Hem o kadar kız vardı ki, hepsi de birbirinden güzel… Önündeki çocukluk arkadaşı sanıp peşine takıldığı adam hâlâ Muhlis’e
* Görüyorsun işte… Sana yalan mı söyledim… Bak gözlerinle görüyorsun… Haydi oraya doğru gidiyoruz… Az kaldı… Takip et beni…
Muhlis tam adımını atacaktı ki gözünün önüne aniden rahmetli dedesi Şabab Ömer geldi ve ensesine öyle bir tokat attı ki… Arkasından Fettah dayı patlattı tokatı… Derken çok sevip saydığı üstat/büyüğüm dediği mübarek insan Bekir Sıtkı Efendi patlatmasın mı tokadı…
Üçü birden bağırıyordu Muhlis’e
* Muhlis sen nere gidiyorsun? Dön geri… Bunların hepsi hayal, bunlar tuzak?
Muhlis yediği tokatların etkisi ile yerdeydi… Evet, gerçekten üç ayrı sevdiği insandan üç ayrı tokat yemişti ve yere yuvarlanmıştı… Tam o anda… Önündeki adam…
* Yahu ne oldu sana Muhlis, yerde ne işin var senin?!
* Bana oraya gitme diye tokat attılar!
* Kim tokat atacak sana, hani ortada kimse yok! Sen hayal dünyasında mı yaşıyorsun?
* Evet, biraz önce görmüştüm ama şimdi ortada yoklar…
* Sen hayal görüyorsun oğlum hayal… Yıllarca seni görmeyeli paranoya olmuşsun. Kurtul şu hayallerden. Boşver hayalindeki gördüklerini, sen benim söylediklerime bak. Kurtul şu hayal dünyasından. Bak gerçek olan benim, şimdi beni görüyorsun zaten, iyi bak bana, görüyorsun değil mi beni, hah şöyle, kendine gel hele, eğlence yeri de karşı da orayı da görüyorsun… O halde! Aklını başına topla be oğlum… Çık şu hayal dünyasından…
* Evet, evet doğru söylüyorsun, seni görüyorum… Herhalde diğer gördüklerimin hepsi hayal…
* Tabi hayal… Ada seni bunaltmış… Ondandır… Her neyse unut gitsin… Haydi kalk ayağa, çabuk ol, eğlenceyi kaçıracağız…
* Tamam kalkıyorum…
Muhlis ayağa kalktı tam bir adım daha atacaktı ki bu sefer önce Adil Albayın daha sonra Metin Albayın tokadı yüzünde patladı… Ve her ikisi birden Muhlis’e kükrediler…
* Muhlis sen ne yapıyorsun öyle! Ateşe, ölüme gidiyorsun… Yanındaki seni kandırıyor. Yalan söylüyor. O senin arkadaşın falan değil… Dön geri, çabuk dön… Yoksa gittiğin yerde kurtuluş yok… Ölüme gidiyorsun… Ateşe gidiyorsun… Çabuk geri dön…
Adil Albay ile Metin Albayın sesleri kulaklarında çınlıyordu Muhlis’in… İki arada bir derede kalmıştı. Şimdi ne yapsaydı, kime inanacaktı?! Hangisi gerçek, hangisi hayaldi?! Takip ettiği adam mı, yoksa aniden hayalet gibi bir görünüp bir kaybolan ve tokatlarıyla kendisine yere yıkan Adil Albay ve Metin Albay mı?! Evet, hangisi gerçekti?!
Muhlis hâlâ yerde… Takip ettiği adam geri döndüğünde başladı kahkaha atmaya:
* Yine ne oldu Muhlis, şimdi yine tokat attılar diyeceksin bana? Yahu sen manyak mısın?
* Ama tokat attılar oraya gitme diyorlar.
* Dedim ya sen iyice kafayı bozmuşsun oğlum. Manyak mısın ne! Hâlâ hayal dünyasından kurtaramadın kendini. Kendine gel ve aklını başına topla. Çabuk ol düş peşime…
* Fakat nasıl olur! İnan biraz önce tokat attılar bana. Geri dön dediler…
* Yahu tam yaklaştık şu senin söylediğin şeylere bak. Hâlâ hayal aleminde yaşıyorsun. Hani, nerede sana takat atanlar? Görüyor musun onları? Bak, iyi bak etrafına, kimse var mı ortalıkta, yok, o halde, demek ki hayalmiş. Kalk hele kendine gel. Bak bizi bekliyorlar… Tam yaklaşmıştık, şu senin yaptığına bak. Yahu az kalmıştı… İnsan ortağını, çocukluk arkadaşını yalnız bırakır mı?! Hem bu ada da senin çıktığın sıkıntılar, yalnızlık..! Kolay mı (?!) Sanki ben çekmedim bu sıkıntıları bu ada da, sanki ben yaşamadım senin yaşadıklarını, kaderimiz aynı oğlum, ha sen ha ben! Eh, felekten bir gün yaşatayım sana dedim, senin şu yaptığına bak… Ayıp yahu.. İnsan arkadaşını kırar mı?! Kendin mi kalkacaksın yoksa ben mi gelip kaldırayım seni…
* Hayır hayır ben kalkarım… İyi de bu gördüğüm şeyler neydi?! Yediğim tokatlar… Hem kaç kez suratıma atılan tokatlarla yere düştüm! Neden?!
* Yahu olur böyle şeyler… İnsanın rüyasında da olur ya aynen öyle… Adanın sersemliği yorgunluğu olsa gerek… Daha önce de dediğim gibi ada seni bunaltmış ve çok yormuş… Olur böyle şeyler… Geçer… Hele bir şu eğlence yerine bir varalım
inan bir şeyin kalmaz… Haydi acele et… Bak hele dans edenlere, eğlenenlere, nasıl da coşuyorlar öyle… Hepsi seni bekliyor oğlum, haydi çabuk…
Muhlis tekrar adamın baktığı yöne bakmıştı… Evet, müzik kesi kulaklarını çınlatıyordu… Hem o kadar canlıydı ki… Eğlenenler, dans edenler, sevişenler… Bu gerçekti… Aha gözüyle görüyordu. Ama biraz önce gördüğü şeyler hayaldi galiba… İyi de tokat atmışlardı, tokadın sersemliği ile yere de düşmüştü… Peki, yere nasıl düşmüştü… Hayalin etkisiyle olamaz mıydı?! Kendisini tokat yemiş gibi zannedip yere yuvarlanmaz mı?! Neden olmasın?! Evet, aynen öyle olmuştu. Psikolojik bir durum… Bu sefer iradesine hakim olacak ve aldırmayacaktı… Bir an önce varmalıydı şu eğlence yerine… Ada da çektiği sıkıntıları unutup felekten bir gün çalmış olacaktı. Ve hızlı bir şekilde tekrar ayağa kalktı. Çocukluk ve eski okul arkadaşı da ona bakıp acele etmesini tekrar edip duruyordu zaten… Arkadaşı, Muhlis’in ayağa kalktığını görünce tekrar eğlence yerine yürümeye başladı. Muhlis de arkasından bir-iki adım atmıştı ki bu sefer annesi karşısına çıktı ve öyle gür bir sesle bağırdı ki, yer-gök inlemişti… Bağırarak öyle bir üç tokat patlattı ki kütük gibi yere yuvarlanmıştı. Evet, annesi hâlâ bağırıyordu kendisine. Annesi tam karşısında hâlâ öfkeyle bağırmaya devam ediyordu. Muhlis, annesinin tokatlarını yiyince nereden geldiğini bilememiş ve yuvarlanmıştı yere. Annesi hayal-mayal değil baya ki önüne çıkıp patlatmıştı bu üç tokadı ve hâlâ bağırıyordu…
* Oğlum, Muhlis’im, sen neden söz dinlemiyorsun, neden beni üzüyorsun? Bak seni biraz önce Ömer deden, Fettah dayın ve komutanların uyardı ama sen dinlemedin onları… Oğlum ölüme, ateşe gidiyorsun. Aklını başına topla, seni bu ölüme, bu ateşe götüren senin arkadaşın falan değil. Onun kılığına girmiş şeytanın ta kendisi. Sakın ona uyma, sakın ona inanma… Yavrum üzme beni geri dön… Çabuk geri dön… Peki, o zaman ben sana ne öğretmiştim hatırla bir… Şimdi yavrum önce besmele çek, sonra oku Felâk ve Nas surelerini, arkasından Ayetül Kürsi-yi … Haydi çabuk ol… Oku da gerçeği gözlerinle gör… Sen oku hele bir onlar nasıl korkup kaçacaklar… Haydi evladım… Yoksa sana hakkımı helal etmem…
Annesinin bu şekilde karşısına çıkıp bağırarak tokat atması ve hakkımı helal etmem demesi Muhlis’in aklını başına getirmişti. Muhlis ayağa kalkarak besmele çekti. Arkasından Felâk ve Nas surelerini tam okumaya başlamasıyla birlikte kendisini çocukluk arkadaşınım diye tanıtan kısa boylu adam öyle bir kaçmaya başladı ki… Hem de uçarcasına… Sonra da eğlence yerindeki herkes dağlara doğru kulaklarını kapayarak kaçtıklarını görüyordu. Muhlis okudukça onlar kaçmaya devam ediyordu. Ve bir anda annesi de gözünün önünden kaybolmuştu. Etrafına baktı zifiri karanlık… Hem de ayakları çıplak ve kan-revan içinde… Biraz önce neydi öyle?! Nihayet ilk defa gerçekle yüz-yüze gelmişti. Şu ana kadar yaşadıklarının hepsi aldatmaca idi. Şeytana uyduğunu hatırladı. Arkadaşı kılığındaki de olsa olsa Cin olabilirdi. Cin arkadaşı kılığına girmişti. Nihayet Muhlis kendisine gelebilmişti. Hem şimdi kendisi neredeydi?! Adanın neresiydi? Ormanlık ve karanlık bir yer. Her yer çalı, diken, ağaç… Ormanın ıssızlığı… Karanlık ve korkunç bir yer! Muhlis korkudan tir tir titremeye başladı. Ve her şeyi hatırladı… En son kulübesinde olduğunu hayal-mayal hatırlayabildi. Ne de kötü şeyler düşünmüştü de bunlar başına gelmişti… Evet, çok iyi hatırlamıştı… Ama şimdi karanlıkta yapayalnız… Ne kadar yol gelmişti? Hangi tarafa gitmeliydi? Kararsızdı? Ne yapacağını şaşırmıştı? Ve korku neyse de asıl üzüldüğü yaptıkları idi.. Öyle bir pişman
olmuştu ki… Bir anda adaya niçin geldiğini, komutanlarını, annesini hatırladı ve hıçkırarak ağlamaya başladı “ben ne yaptım Allah’ım diye…” iç geçirdi ve ah etti… Muhlis “Ben ne yaptım öyle” diye kıvranmaya başladı. Binlerce pişmandı şeytana uyduğuna. Tövbeler etti.. Aklına gelen bütün sureleri ve duaları okumaya başladı. Ve o anda tam önünde bir ışık belirdi. Hafiften hareket ediyordu. Sanki biri el fenerini tutuyordu. Ve bir de ses duydu. Aynı sesler çoğaldı… Evet, bu sesler biraz önce kendisine tokat atan Şabab dedesinin, Fettah dayısının ve komutanlarının sesiydi. Sonra da annesi sesi… Hepsi bu ışığı takip etmesini söylediler. Ve sürekli de Felâk ve Nas, AyetülKürsi’yi okumalarını… Muhlis önünde sadece olduğu yeri aydınlatan ve hareket eden ışığı takip etmeye başladı.. Ayakları çıplak olduğu için o kadar çok zor yürüyordu ki… Zaten ayakları kanıyordu. Her bastığı yer diken, çalı, taş… Ama mecburdu… Artık her şeyi göze almış ayaklarını bile unutarak gözü kara bir şekilde bu cehennemden kurtulmak için can atıyordu. Adımlarını hızlandırdı. Aşağı-yukarı yarım saat yürümüştü. Ayaklarındaki acı beynine vuruyordu. Çok yavaş yürüdüğü için yol bitmiyordu. Hiçbir yer göremiyordu. Sadece ışığı takip ediyordu. Ve aniden ışık bir yöne doğru akıp gitti ve gözden kayboldu. Muhlis’te o yöne birkaç adım atmıştı ki kulübesinin hemen önündeki çimenlere girdiğini anlamıştı. Ve ay ışığında kulübesini görmüştü.. Nasıl da sevindi öyle… Çocuklar gibi çığlıklar attı sevinçten. Nihayet evine/yuvasına ulaşmıştı. Koşar adımlarla soluğu kulübesinde aldı. İlk işi Gölet’e gitmek oldu. Önce elini yüzünü sonra da ayaklarını yıkadı. Daha sonra da kulübesinin önündeki taşın üzerine oturup ayaklarını kontrol etti. Altları hafiften yarılmıştı. Hala kanıyordu. Muhlis hâlâ şoktan kurtulamamıştı. Gökyüzüne baktı… Ellerini Sema’ya kaldırdı… Bütün kalbiyle öyle bir dua etti ki… Rabbinin kendisini affetmesi için sabaha kadar dua etti. Ve saatlerce secdeye kapanmış ve hıçkırıklarla ağlamıştı…. Sabaha kadar bol dua ve tövbe etti… Sabaha kadar gözyaşı döktü “Allah’ım beni affet” diye…
(Yılanların Öfkesi: Sh. 301-312)
|