Muhlis’in en büyük merakı gazeteci olmaktı. Nasıl gazeteci olunur diye çok düşünürdü. Gazeteci olmak için ne yapmalıydı, kime sorsaydı… Maalesef bu konularda hiçbir fikri yoktu. Gazeteci hiçbir tanıdığı da yoktu ki… Fakat bu merakı her geçen gün büyüyordu. Birgün çarşının merkezinde oturan bir arkadaşının yanına ders çalışmak için gitmişti. Giderken ara sokakların birinde bir gazete ismine rastladı. Öyle bir sevinmişti ki… Yolunu değiştirmiş sokağa sapmıştı bile… Gazetenin kocamın levhasının altına geldi ve binayı uzun uzun seyretti. Burayı iyi ezberlemeliydi. Burası lazım olacaktı. Öyle yaptı. O gazete binasının bulunduğu yeri hafızasına aldı. Hatta unuturum diye de defterinin bir yaprağına koca harflerle yazmıştı adresini… Bir an içeri dalmak istedi ama yanında hiçbir çalışması yoktu. Fakat nasıl olsa bu gazetenin adresini ezberlemişti. Nasıl olsa buraya gelecekti. Hem o zaman yazmış olduğu şiirler, öyküler, denemeler de yanında olurdu. Şimdilik niyetini değiştirmeden arkadaşına gitmeliydi.
Aynı hafta içinde aynı gazete adresine birkaç kez gelmesine rağmen içeri girmeye bir türlü cesaret edememişti. Her geldiğinde bocalıyor, terliyor, zorlanıyor ve geri dönüp gidiyordu. Bir türlü içeriye girmeye cesaret edemiyordu. Hem girse ne diyecekti ki?! Derdini nasıl ve kime anlatacaktı. Ya bir de kovarlarsa! İşte bütün bunlardan dolayı her geldiğinde dönüp gidiyordu.
Ve karar vermişti. Bu sefer gitmeliydi gazeteye. Hem gitmeli hem de içeri girmeliydi. Kendine güveniyordu. Korkusunu yenmişti. Bugüne kadar yazmış olduğu tüm şiirleri, öyküleri, kompozisyonları ve denemeleri koltuğunun altına aldığı gibi doğru gazetenin bulunduğu binaya… Gazete binasının önüne geldiğinde biraz ürküntü olsa da dalmıştı içeri. Matbaa gürültüsü, kâğıt ve boya kokusu, koşuşan insanlar arasında aptalcasına dolaştı. İnsanların dikkatini çekmek istiyordu ama kimse kendisiyle ilgilenmiyordu. Binanın içinde deli koyun gibi dolaşmaya başlamıştı. Bir ara orta yaşlarda gözlüklü birisinin dikkatini çekmiş olacaktı ki “Evladım ne dolaşıyorsun ayakaltında” diye bir ses duydu. Bu adamla yüz-yüze gelseler de cevap verememişti. Evet, beklediği sesi duymuştu ama cevap veremiyordu. Aynı kişi bu sefer yüzüne bakarak “Oğlum ne dolaşıp duruyorsun ayağımızın altında. Hem sen kimin oğlusun?”
Utanmıştı… Yüzü kızarmıştı… Adam cevap vermesi için bekliyordu. Aynı adam “Hele yüzüme bir bak, kimsin, ne dolaşıyorsun?” Muhlis sonunda bir cesaret bulup adamın yüzüne baktı. Adam tebessüm etmişti. Muhlis’te rahatlamıştı. Adam tekrar aynı soruyu sorunca Muhlis “Gazeteci olacağım amca…” Muhlis’in bu cevabı karşısında adam öyle bir kahkaha attı ki…
“Neee… Gazeteci mi olacaksın… “ Ve kahkahayla konuşmasını sürdürüyordu: “ Sen kaç yaşındasın da gazeteci olmaya karar verdin?” Muhlis’ten ses yok! Muhlis başını öne eğmişti. Adam Muhlis geri geri dış kapıya doğru adımladığını görünce “Dur bakalım, öyle kaçmak yok, hele o koltuğun altındakiler de ne?” Muhlis bir an durdu ve heyecanla adamın yüzüne baktı. “Yazılarım amca” Adam “Demek sen yazıyorsun da… Getir bakalım neler yazmışsın…” Muhlis heyecan içinde adama doğru yürüyerek elindeki dosyaları uzattı. Adam dosyaları aldı ve Muhlis’inde koltuğundan tutarak yan taraftaki odasına götürdü. Boş bir sandalyeye oturmasını istedi. Muhlis’e bir de çay söyledi. Sonra da adını ve okulunu sordu. Muhlis titrek bir sesle adını ve hangi okulda okuduğunu söyledi. Ve adam tekrar önüne dönüp gözlüğünü düzeltip başladı Muhlis’in dosyalarını açıp yazılarını okumaya… Bazen şaşırıyor, bazen hayret ediyor bazen de Muhlis’i gözlüğünün altından süzüyordu. Aniden Muhlis’e dönerek “Adın neydi… Ha, tamam Muhlis’ti… Muhlis oğlum bütün bunları sen mi yazdın?” Muhlis utangaç bir şekilde başını sallayarak “Evet” diyebildi. Adam inanmak istememişti. Tekrar tekrar sordu. Fakat halâ kafası karışıktı adamın. Ara-sıra tuhaf tuhaf Muhlis’e bakıyordu. İyice emin olmak istiyordu. Yine de tatmin olmamıştı. Adam Muhlis’e “Hele şöyle yaklaş bakalım. Otur şu masaya. Al şu kalemi ve boş kağıtları…” diyerek bazı konu başlıkları Muhlis’e yazdırttı. Bu konu başlıklarına göre birer makale/kompozisyon yazmasını istedi. Hatta bazı konu başlıkları üzerine şiir de yazabilirdi. Kısa öyküler de olabilirdi. Muhlis adamın işaret ettiği yere oturarak aldı eline kalemi.
Adam “Ben Yazı İşlerine çıkıyorum. Biraz işlerim var. Hem çayını iç hem de ben gelinceye kadar artık ne yazabilirsen. Geldiğimde kontrol edeceğim” dedi. Adam odadan çıktı. Muhlis’te elinde kalem başladı yazmaya. Konu başlıkları dürüstlük, okumak, orman, şehir, köy, hayvanlar, temizlik ve çalışmaktı… Muhlis derin büyük bir heyecan içinde durmaksızın yazıyordu. Bir hayli de yorulmuştu. Konularına göre makaleler, şiirler yazmıştı. Hatta bir de öykü… Evet, bitmişti fakat adam ortada yoktu. Canı sıkılmaya başladı. Yine de ne olur ne olmaz diyerek yazdıklarını baştan sona gözden geçirdi. Tam bu sırada ‘of-puf’ ederek içeri girmez mi..” Adam “Yahu ben seni unutmuşum… Hay Allah… Ne yaptın? Bir şeyler yazabildin mi oğlum?” Muhlis keyifli bir şekilde kafasını sallayarak “Evet… bitirdim amca” dedi. Adam yazdıklarını alıp koltuğuna oturdu. Ve Muhlis’e haydi koridordan geç tam karşı da Ahmet amcana Şerafettin bey iki çay istiyor de… Hatta çayları kap gel birlikte içelim… Ben de senin yazdıklarına bir göz atayım.” Muhlis nihayet karşısında kendisiyle ilgilenen adımın adını da böylece öğrenmişti. Muhlis hızlı bir şekilde odadan çıkıp çayları getirmeye gitti. Elinde çaylarla döndüğünde Şerafettin bey kendi kendine söyleniyordu. “ Olamaz… Yahu bu asla olamaz… Nasıl olabilir… İmkânsız…” Şerafettin beyin bu sözleri Muhlis’i ürkütmüştü. İçinden “ Eyvah, adam yazılarımı beğenmedi herhalde” dedi. Muhlis’in çayları getirdiğinden bile haberi olmayan Şerafettin bey halâ kendi kendisine söyleniyordu. Nihayet Muhlis’i farkedebildi. Önüne de sıcak ve demli çayı konmuştu. Muhlis’in ürkek yüzüne bakarak “ Yahu sen bunları yazacak kadar oldun mu? Kendini nasıl yetiştirmişsin böyle! Aferin oğlum aferin… Bravo… Gerçekten makalelerini, şiirlerin çok güzel.. Ayrıca öykün de beni çok etkiledi. Duygulandım işte…” Muhlis’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Adam konuşurken sanki ağzına düşecek gibiydi. Şaşırmıştı. Şerafettin beyin beğenmesine o kadar çok sevinmişti ki.. Yüreğinde bir kasırga koptu… Oldu bu iş demişti. Ve hayatının en büyük mutluluğunu yaşıyordu… Sevinçten göklere uçuyordu…
O gün Muhlis sanki dünyaya yeniden gelmişti. Şerafettin beyle saatlerce sohbet etmişti. Şerafettin bey yazılarına el koymuştu. Bunlar bende kalacak demişti. Hatta haftaya Pazar günü yanına gelmesini istemişti. Muhlis gazeteden sevinçle çıkmış doğru evin yolunu tutmuştu. O günü yıllarca unutamayacaktı. O gün adeta hafızasına kazınmıştı. Pazar gününü iple çekmişti. Her an, her dakika, her saat Şerafettin beyin yanına gideceği güne odaklanıyordu. Aklından hiç çıkmıyordu. Bir de çarpıldığı Gönül… O da hiç aklından çıkmıyordu. Aynı anda iki sevinci paylaşıyordu. Duyguları karmakarışıktı. Gönül’e vurulduğuna mı sevinsin, gazeteye gitmesine mi… Gönül’ü hatırladığında gazeteyi unutuyor, gazeteyi hatırladığında Gönül’ü unutuyordu. İki aşk arasında bocalıyordu. En iyisi dengelemekti. Aynı anda her ikisini de düşünebilmek demişti. Fakat olmuyordu. İki arada bir derede kalıyordu. Acaba hangisi gerçek aşktı? İçindeki ses ne kadar Gönül dese de aslındı bilinçaltında gazete vardı. Hatta kafasındaki terazide Gönül’ün aşkıyla gazeteci olmanın aşkını tarttığında gazetecilik gelmişti. Ama o yanıldığına inanıyor ve ısrarla Gönül diyordu…
Muhlis’in beklediği gün gelmişti. Günlerden Pazardı. Gazetedeydi. Gazete binasından girdiğinde Şerafettin beyle koridorda karşılaştı. Şerafettin bey “Gel Muhlis gel… Geçe odama ben geliyorum… Ben de seni bekliyordum…” demesin mi? Acaba ne yapacaktı. Gerçek düşüncelerini şimdi mi söyleyecekti. Heyecanla Şerafettin beyi beklemeye başladı. Çok sürmedi, Şerafettin bey elinde birkaç gazete odaya girdi. Muhlis saygıda kusur etmemek için ayağa kalktı ve elini öpmek istedi. Şerafettin bey başını okşayarak “ Bak Muhlis..” deyip elindeki gazeteyi açıp 4. Sayfasını okumasını istedi. Muhlis yine test ediyor diyerek 4. Sayfayı açıp okudu. Hatta sesli okumuştu. Şerafettin bey “İçinden ve dikkatlice oku” dedi. Muhlis bir süre daha 4. Sayfaya göz gezdirdiğinde öyle bir çığlık attı ki” Bu benim yazım…Bu benim yazım… Ben gazeteci oldum… “ Sevinçten Şerafettin beyin ellerini öpmek istedi tekrar. Fakat Şerafettin bey ellerini öptürtmedi. Onun sevincini heyecanla izledi. Şerafettin bey öyle duygulanmıştı ki gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Muhlis’e çaktırmamak için de yönünü pencereden tarafa çevirerek gözlerini ellerinin tersiyle silmişti. Şerafettin bey o an kendi çocukluğunu
hatırlamış ve o da ilk yazısının yayınlandığı günü birebir yaşamıştı. Biraz da o yüzden ağlamıştı. Sonra Muhlis’e dönüp “ Bak oğlum Muhlis, ben çok geç başladım gazeteciliğe.. Gazetecilik sevdası yüzünden okuyamamıştım. Önce matbaa bölümünde çırak olarak çalıştım sırf gazeteci olmak için. Dizgi, kırım, baskı, basın-ilân derken ancak geçebildim muhabirliğe. Ne zaman kendime ait bir fotoğraf makinem oldu ve ne zaman kendime ait bir daktilom oldu işte o zaman gazeteci olduğuma inandım. Bu süreç üç yıl sürdü. Daha sonra askere gidip-geldim. Ve yeniden aynı gazetede muhabirliğe devam ettim. Oysa ki sen benim gazeteciliğe başladığım yaşımın yarısında bile değilsin. O yüzden şanslısın. Gerçekten yazılarını çok beğendim. O yüzden hiç beklemeden yayınladım. Ve imzanı da attım yazının altına. Senin sevincin benim sevincim oldu. Artık seni her zaman görmek isterim. Ama okulunu aksatmayacaksın. Pazar günleri sürekli görüşeceğiz. Derslerini ihmal etmeyeceksin. Boş zamanlarında yazacaksın ve gazeteye geleceksin. Bu konularda anlaşırsak bir sorun yok derim. Beni üzmeyeceksin. Söylediklerimi kulak ardı etmeyeceksin. İşte o zaman senin gazeteci olabilmen için elimden ne gelirse yapacağım. Şimdi al şu gazeteleri de…” Şerafettin bey aynı güne ait dört gazete daha vermişti. Çam sakızı çoban armağanıydı. Şerafettin beyle çay içip biraz daha sohbet etti ve Allahaısmarladık deyip heyecan içinde yine her zaman olduğu gibi hiçbir yere uğramadan evin yolunu tuttu.
Eve vardığında sevincini önce annesi ile sonra dedesi ve ninesi ile daha sonra da kardeşleriyle paylaşmıştı. Onlara “Ben gazeteci oldum… Bakın bu benim yazım… ben artık gazeteciyim…” diyerek gazetedeki yazısını tekrar tekrar gösterip-okuyordu. Daha sonra da soluğu sokakta aldı. Top oynadığı arkadaşlarının yanına… Hepsini başına topladı. Onlara da gazeteci olduğunu, inanmazlarsa gazeteye bakmalarını ve hatta kendi ismini gösteriyordu. Onlar da Muhlis’in sevincini paylaşmıştı. Onlar da çok sevinmişti. Muhlis o gün hayatının en büyük ve en heyecanlı gününü yaşamıştı…
Muhlis’in ilk gazeteciliğe adım atışı böyle olmuştu. Gazeteciliğe böyle başlamıştı. Daha Ortaokul 2. Sınıfta gazeteci olmanın mutluluğunu tatmıştı. Hem de 15 yaşında… Artık ara-sıra yazıları aynı gazetede yayınlanıyordu. Gazeteci olduğunu okulda duymayan kalmamıştı. Okuldaki tüm öğrenciler, öğretmenler ve Okul Müdürü dahi duymuştu Muhlis’in gazeteci olduğunu. Yazılarını hemen hemen herkese okutmuştu. Muhlis’in yazısının çıktığı gazeteler elden-ele gezmiş ve sınıfları dolaşmıştı. Arkadaşları ve öğretmenleri bile artık ona Muhlis diye değil gazeteci diye hitap eder olmuşlardı. Muhlis bunun önlemini de almıştı. Bir süre sonra gazeteci denilmekten sıkılır olmuştu. Kimse ona Muhlis diye hitap etmiyordu. Zamanla bu durumu da düzeltti. Hatayı kendisi yapmıştı. Her şey güzeldi de bir tek Gönül’e yazılarını okutamamıştı. Bir tek vurulduğu, aşık olduğu, sevdalandığı Gönül’e gazeteci olduğunu söyleyememişti. Bir de kendi ağzından o duysaydı. İşte o zaman mutluluğuna derman yetmezdi. Maalesef bir tek ona gazeteci olduğunu söyleyememiş ve bir tek ona gazetedeki yazılarını okuyamamıştı… Muhlis’i en çok üzen şeyde buydu…
Gönül’e deli gibi sevdiği halde cesaret edip de bir türlü konuşamadı. Oysaki Gönül de onu seviyordu. O da cesaret edip konuşamadı Muhlis’le… Aralarındaki aşk derinleştikçe utangaçlıkları ve sıkılganlıkları iyice artmıştı. Plâtonik olsa tek taraflı olurdu. Fakat tek taraflı değildi ki… Aralarındaki aşkın adını bile bilmiyordu. Böyle bir aşkın adı ne olabilirdi ki?! Tarihte, romanlarda, filmlerde böyle bir aşka ne derlerdi ki?! Her ikisi de seviyor ama cesaret edip konuşamıyor! Her yolu denedi ama olmadı… Muhlis iki aşka arasında gelip-gidiyordu… Bu iki aşka Muhlis’i deli-divane etmişti… Bu yüzden derslerini de aksatmaya başlamıştı… Çok okuyor ve çok yazıyordu. İlkokulda olduğu gibi Ortaokulda da ‘okul gazetesi’ çıkartmıştı. Bu sefer ‘duvar gazetesi’ değil baya ki elle hazırlanmış gazeteydi. Manşeti, haberleri, yazarları bile vardı. Bulmaca, resim, şiir, öykü bile koymuştu gazeteye...
O yıllar Türkiye’nin karışık yıllarıydı. İdeolojik görüş ayrılıkları yüzünden üniversite ve liselerde her gün olaylar oluyordu. Bu olaylardan ortaokullar da etkileniyordu. Ortaokulda ne kadar gizli de olsa kendisini bazen belli ediyordu. Ciddi ciddi siyasetle ilgilenen öğrenciler vardı. Muhlis’in arkadaşı Mehmet yüzünden Muhlis bile kendisini solcu hissetmeye başlamıştı. Nazım Hikmet dilinden düşmez olmuştu. Karl Mark, Lanin, Stalin, Mao Muhlis’in hayran olduğu liderler olmuştu. Aslında asıl hayranlığı Mustafa Kemal Atatürk’eydi… Kurtuluş Savaşı Gazisi dedesi sayesinde Atatürk sevgisi de her geçen gün büyüyordu. Aslında solcu arkadaşları da Atatürkçüydü. Bu nasıl bir Atatürkçülük ise…
Muhlis artık Orta ikiye gidiyordu. Yaz tatilini de her zaman olduğu gibi köyde geçirmişti. Köyde kaldığı iki ay boyunca Gönül hiç aklında çıkmamıştı. İçinden hep dua ederdi ‘okullar bir açılsa da Gönül’ü görsem’ diye. Gönül onun yüreğine inmişi! Gönül onu deli-divane etmişti! Gönül onun aklını başından almıştı! Ya gazeteciliğe ne demeli?! Gazetecilik de ayrı bir sevdaydı. Yaz tatilinde gazetede yazamadım diye için için erimişti. Ama yaz tatilini köyde geçirmesi ona ne şiirler, ne öyküler ve ne anılar yazdırtmıştı. Köyde de kalemi-defteri elinden bırakmamıştı. O bir yazardı! Kendisine olan güveni iyice artmıştı. Daha şimdiden ileriyi görebiliyordu. İlerisi için ne hazırlıklar yapmıyordu ki… Neler, neler… Hele şu ortaokul da bir bitsin… Neler yapacaktı neler..
Muhlis orta iki ve orta üçte teklemeye başladı. İki tutku, iki aşk, iki sevda onu derslerinde başarılı olmasını olağanüstü bir şekilde etkilemişti. Yine de sınıfta kalmadı. Ama derslerini çok ihmal etti. Ancak sınıfta hocalarından dinlediği ile yetinmişti. Maalesef Gönül ve gazetecilik aşkı ağır asmış ve derslerinin önüne geçmişti. Muhlis bu durumun farkındaydı. Yetecek kadar dersleriyle ilgilenebilmişti. Gazetecilik aşkı gerçeğe dönüşmüştü ama Gönül’e olan sevdası maalesef karşılıklı olarak platonik ve kronik bir vakaya dönüşmüştü. Ne kendisi ne de Gönül açılamamıştı. Aşklarını bir türlü dışa vuramamışlardı. İki yıl boyunca bakıştılar, iki yıl boyunca konuşmak istediler ve iki yıl boyunca birbirlerine bir türlü ulaşamadılar. Muhlis’in aşkı kördüğüme dönüşmüştü. Tarihte örnekleri yok değildi. Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı… Ve iki yıl öyle çabuk geçmişti ki…
(Yılanların Öfkesi (Roman) Kitabından, Sayfa: 83-92 – Muhsin AKIL)
|