Tarih, dinler, araştırmalar dünyanın yaratıldığından bahseder. Milyonlarca yıl önce… İnsan da öyle… Yaratılmış insanın fani oluşudur asıl üzücü olan şey… Her insan ölümlüdür. Her nefis ölümü tadacaktır. Her insan doğar, yaşar ve ölür. Yazarlar, gazeteciler, düşünürler ve tarihe damgasını vurmuş büyük insanlar da doğdular, yaşadılar ve bir fani gibi bu dünyadan ayrılıp gittiler. Ama arkalarından birer eser bırakarak. Gazeteler, dergiler, televizyonlar da doğar, yaşar ve bir gün de ölüp giderler. Ama eserleriyle tarihteki yerlerini alarak… Kütüphaneler, müzeler, anıtlar hep onların var olduklarını ve hala yaşadıklarının bir simgesidir…
Ve sözü getirmek istiyorum Efecehaber’e… Evet, değerli Yahya Efe’nin kurmuş olduğu Efece Haber’in doğduğu günden bugün tam 4 yıl geçmiş. Daha dün gibi.. Gerçi biz sonradan katıldık aralarına olsun. M. Yahya Efe ağabey ile yılların bir dostluğu vardı zaten. Ve Efece Haber 5. Yılına girmek üzere… Efece Haber’in 4. Doğum Günü 8 Kasım 2012… Daha nice yıllara diyorum… İnternet dünyasında ve İnternet gazeteciliğinde bir ayrıcalığı var Efece Haber’in… Okuyanlar bu ayrıcalığı çok rahat görür.. Çünkü Efece Haber candan, içten, samimi ve insanı değerlerle örülmüş bir ağ gibi… Yazarlar haritasında olduğu gibi..!
Edebiyatçı, sanatçı, tarihçi, müzisyen, şair yazarlarıyla gönülleri feth etmeye devam ediyor Efece Haber… Hepsi birbirinden güzel, hepsi birbirini aratmayacak kadar medeni, hepsi seçkin insanlar olan o değerli yazarları üzerinde duracağım bu haftaki yazımda…
Hatırlarsanız geçtiğimiz aylar içinde Efece Haber İnternet Gazetesi sitesinin sol tarafında yer alan sanatçı ruhlu o güzel insanların (ressam ve şairlerin: Şenses Us, Mehmet Kındap, Fatma Uçarlar, Fikret Dikmen, Sevinç Şimşek, Ali Sönmez, Ayten Yavaşça, Faruk Oray, Yasemin Efe, Mehmet Kadıoğlu, Oktay Zerrin, Ergül İlter ve M. Osman Efe’nin şiirleri ve resimleri üzerinde yazmıştım bir ara…
Zamanı gelince de zaten Efece Haber İnternet Gazetesi sitesinin sağ köşesinde yer alan Bekir Coşkun, Yekta Güngör Özden, Prof.Dr. Anıl Çeçen, Hüseyin Toprak, M. Yahya Efe, Serap Düzgören Arı, Orhan Selen, Nusret Kebapçı, Caner Öztaş, Harika Ören, Belma Demir Akdağ, Murat İnce, Ayten Yavaşça, Dr. Hülya Önal, İlknur Bakış, Günseli Rumelioğlu, Atilla Yüncüoğlu, Ergün İlter, Süleyman Duman, Meryem Demir, Mehmet Kadıoğlu, Şükran Aydoğan, Y. Birsen Demircan, Sevinç Şimşek, Sevgi Ünal, Oktay Zerrin ve Nevin Işık)’ın yazıları üzerinde duracağıma da söz vermiştim.
Ve zamanı geldi ve işte bu sözümü gerçekleştiriyorum bu hafta.. Ayrıca Efece Haber’in daim/sürekli okuyucusu olan Emine Çürüksu ismini de anmadan geçmek istemiyorum. Dikkatli bir okuyucu. Samimi ve içten. Yazarlar arasında hiçbir ayırım yapmadan o güzel duygu ve düşüncelerini esirgemiyor… Zaten Emine Çürüksu da yazarların yüreğinde taht kurdu… Emine Hanım gibi tüm Efece Haber okuyucularının yorumlarına da bir haftamı ayırarak eleştirileri, övgüleri ve değerlendirmeleri üzerinde duracağıma daha şimdiden söz veriyorum.
Evet, bu haftaki yazımdaki konum Efece Haber’in birbirinden değerli yazarları… Onların yazıları dünyasında yolculuk yapacağım bu hafta… Efece Haber’in 4. Yaş Günü’nü kutlayarak o seçkin yazarlarının en son yazdıklarını okuyup üzerinde düşünerek duygu ve düşüncelerimi yazıyorum bu hafta… Onları okuyarak anlamak, sindirmek ve anlatmaktır asıl amacım. Evet, Efece Haber yazarları dünyasında gezintiye çıktım bu hafta..
Yazmam gereken o kadar çok konu vardır ki hangisini yazayım diye bile düşünmeden hemen beynimden ve yüreğimden geçenleri dökmek istiyorum satırlara. Ve vurmaya başlıyor parmaklarım (piyano tuşlarına basar gibi) bilgisayarımın tuşlarına. Oysaki biz eski gazeteci ve yazarlar için daktilo ayrı bir sevdaydı. Daktilo aşkı bir başkaydı..!
Çağdaşlaştıkça, modernleştikçe, iletişim ve yazılım araçları teknolojik yönden geliştikçe yine de maziye dalmadan edemiyor insan. En son teknoloji de olsa yine de tutmaz nostaljik daktiloları, fotoğraf makinelerin yerini mazidekiler..! İşte böylesi bir hüzün karışımı ile yazmak istiyorum şu andaki yazımı. Nasıl olsa başladık bile… Siyasi/politik, stratejik, sosyal, psikolojik, güncel ve aşk, edebiyat, sanat, kültür vs. o kadar çok konu var ki… Fakat aklıma ilk gelen konuyu yazmak istedim ya..! Ve ne yazsam diye düşünmeye başladım bile: evet ne yazsam diye takıntı bile yapmadım! Çünkü konu hazır! Bir ara Efecehaber’in fon müziğinden esinlenmiştim ve ne yazacağım konusu kendi haline dökülmüştü (ben bastıkça) bilgisayarımın tuşlarından.. Şimdi de diye düşünmüyorum.
Şu anda mı aklıma ilk gelen şeyi söyleyeyim mi?! Efecehaber’in tüm yazarlarının yazdıkları üzerinde duygu ve düşüncelerini yazsana ne de hoş olur..! Hem de Efece Haber’in 4. Doğum Yılında..! Konuyu zorlanmadan ve düşünmeden bulduk nasıl olsa..! Bak ne de güzel oldu… Demek ki konu aramaya gerek yokmuş. İyi de tüm yazarları okuman bir hayli zamanını alacak! Olsun, var zaman alsın.. Önemli olan hakkını vermek değil mi?! Ve okurken üzerinde düşünmen gerekecek! Yazılara odaklanman lazım! Zaten öyle de yapıyorum… Ve aynı anda tüm yazarların yazıları üzerinde gerektiği yerde övgü, gerektiği yerde eleştiri de yapman da gerekecek… Yahu ne olursa olsun ben yazmaya karar verdim ya… Tarafsız ve sadece bir şekilde yazmak istiyorum. Amacım övmek ve eleştirmek için değil… Amacım Efece Haber’in 4. Yılında (düğum gününde) Efecehaber’in yazarlarını sindire sindire okuyarak ona göre de üzerinde duracağım bu hafta…
Evet, evet öyle yapmak daha iyi olur. Biraz yorucu bir maraton olacak ama bir kere karar verdik. Hem bir hayli de keyfli olacak. Haz alacağıma inanıyorum. Ve zevkle okuyup, düşünüp yazacağım… Zaten şu anda sizler okurken yazmaya başlamış bile… İnanın aklımda hiçbir konu yokken tuşlara basarken kendi halinde akıp gidiyor yazı… Evet, konuyu nasıl olsa bulmuş olduk.. Fena değil, Efecehaber yazarlarının yazdıkları üzerinde düşünmek! Ne güzel değil mi?! Peki, oldu mu?! Bal gibi oldu derim! Karardan dönülmez. Ben bu hafta Efecehaber yazarları üzerinde durarak dikkatimi çeken hususları yazmak istedim. Ve yazıyorum… Bu hususta ısrarlı ve inatçıyım. Hem de yazarları sırasıyla okuyarak..!
Ve Bekir Coşkun’la başlıyorum…
Bekir Coşkun “Cumhuriyet Bayramı’ndan Niye Korktun Usta..” başlığı ile mevcut iktidarı eleştirerek korku çeşitlemeleri ile göndermeler yapmış. Tiyatro, heykel, mizah, fıkra, karikatür, şarkı derken bu sefer bayram..! Yani, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı… Zaten yazısına Diktatörlerin kokuları diyerek başlıyor Bekir Coşkun… En çok isyanı da korkulanın ‘bayram kutlaması’ olması.. Zaten terörist değil, eşkıya değil diye isyan ederek tarihe ‘bayram korkusu’ vurgusu ile içdünyasında kopan fırtınayı yazıya döküyor… Bekir Coşkun’un fikirlerine katılmasam da değer verdiğim bir yazardır. Ayrı dünyaların insanı olsak da tecrübelerine, yaşına ve olgunluğuna saygılıyım. O yüzden şimdilik eleştirmiyorum..! Ama ilerde eleştireceğim günler de gelebilir. İnşallah Bekir abi de hoş görür o gün eleştirilerimi… Sadece Bekir Coşkun’u değil eleştirilmesi gereken kim var ise eleştirebilirim günü geldiğinde.
Elbet ki onların hoşgörülerine sığınarak. Diyorum da yapabilecek miyim?! Pek zannetmiyorum ama… Her neyse…
Yekta Güngör Özden’in ise Sakarya Savaşı’ndan bahsederek Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e nasıl MAREŞALLIK verildiğinden bahsederek tarih not düşüyor… Aslında çok önemli bir konu… Böyle bir hususun aydınlatılması da çok güzel… İyi de yapmış değerli Yekta Güngör Özden… Ne de olsa yılların hukuk tecrübesi, devlet adamlığı ölçüleri içinde güzel de bir yazı olmuş. Fikirlerine, düşüncelerine, duygularına katılıyor muyum diye kendime soruyorum. Yahu, katılmasam bile evrensel, tarafsız/bağımsız ve objektif düşündüğüm için ne fark eder..!
Prof. Dr. Anıl Çeçen’in “Demokratik Cumhuriyet Senatosu” başlığı ile uzunca bahsettiği konu aslında çok önemli..! Türkiye Cumhuriyeti’nin doksanıncı yılına girerken artık Cumhuriyet ve Cumhuriyetçilik kavramlarının tartışılmaya başladığını ve emperyal güçlerin oyunundan söz ediyor. Tarihe giderek Cumhuriyet kavramının derinliğini irdeliyor. Bilhassa Demokrasi ve Cumhuriyet kavramlarının birbirine yakınlığından söz ederek tarihi derinliğindeki gerçek boyutuna ışık tutuyor. Pro.Dr. Anıl Çeçen, kavram kargaşası üzerinde durarak günümüzden tarihe bir yolculuk yaparak bazı ipuçları sunuyor bizlere..!
Hüseyin Toprak “HABERLER HABERLER…” başlığı altında medyadaki çarpık haberciliğin altını çizerek geçmişe/tarihe giderek habercilik anlayışının değiştiğinden söz ediyor ve bir zamanlar köpeğin adamı ısırmasının değil adamın köpeği ısırmasının haber değeri taşıdığını örnekleyerek günümüzde artık her şeyin haber olduğundan yakınıyor. Ve eleştirilerini o da iktidara ve Başbakan Erdoğan üzerinde yoğunlaştırıyor. Yine görüşlerine tam katılmasam da doğru tespitlerinin altını zaten çizdim..!
M. Yahya Efe ağabey ise tüm yasaklara rağmen “Halk Cumhuriyeti’ne Sahip Çıktı” diyor. O kadar açık ve net ki hiç yoruma bile gerek hiç gerek yok! İnanın yorum yapmama fırsat vermiyor Yahya Efe ağabey…
Nurcan Ofluoğlu Şen’in “Sefinenin rotası belli” başlıklı yazısında Efecehaber’in ilk kuruluşu ile ilgili çağrışımlar yapan nostaljik yazısıyla farklı bir gözlemle nereden nereye gelindiği hakkında bazı ipuçları veriyor! Yazısının başlığında vurguladığı gibi sefinenin rotasında herhangi bir değişikliğin olmadığını belirterek bunca zaman içinde yeni soluklarla yoluna devam ettiğinin altını çiziyor. Yani, her geçen zaman diliminde umuda, barışa, kaynaşmaya, dayanışmaya, birlikteliğe, özgürlüğe ve bütünlüğe giden yolculukta trene yeni yazarlarla yeni vagonlar eklendiği hususunu özellikle vurguluyor. Bilhassa bir bebeğin doğumunda bir ananın yaşamış olduğu ağrıların, sancıların duyarlılığı içinde yazısını kaleme almış. Ve bebek bugün 4 yaşında. 5. Yaşına girecek..! O günden bugüne güzel gelişmeler olduğundan bahsederek zaman içinde korkular/endişeler aşılarak ve nihayet yürüyen, konuşan, heyecan veren bir çocuğun sevinci ile Efecehaber’in nereden-nereye geldiğini ifade ediyordu Nurcan Ofluoğlu Şen… Telefonun bir ucunda kaptan bir ucunda ben derken o sıkıntılı günlere işaret ederek bugünlere yönelik duygu ve düşüncelerini açık bir şekilde bizlerle paylaşıyordu. Ve artık doğru bir rotada ilerleyen sefine her limanda yeni umutlar, her limanda yeni sevinçler ve her limanda yeni soluklar yükleyerek yarınlara yüzüyordu..! Her birinin farklı duygu ve düşüncesi olan, her birinin farklı bir dünyanın insanı olan, her birinin farklı umutları olan o değerli yazarları aynı gemide kaynaştıran Nuh’un gemisi gibiydi Efecehaber… Nurcan Ofluoğlu Şen’in “Sefinenin rotası belli” başlıklı yazısı o kadar çok çağrışım yapıyordu ki ben ancak bu kadarını izah edecek zaman bulabildim. Evet, anlaşılıyordu ki ilk gözağrısının, ilk doğum sancısının, ilk korku ve endişelerin ve ilik umutların şifreleri gizliydi Nurcan Ofluoğlu Şen’in
Serap Düzgören Arı ise empati ve sempati kavramlarından adeta yeni bir kavram yaratıyor ‘empatik sempati’ diyerek! Çocukluğuna gidip annesinin bir sözüyle anlatıyor empatik sempatiyi! Daha sonra da Serap hanımın yaşamından (yaşadıkları, gördükleri duydukları) süzülmüş duygu ve düşüncelerle empatik sempati derinliğinin bulvarlarında dolaşıyoruz..!
Orhan Selen abi yine o güzel üslubu ve sade yalın anlatımı ile iktidara adeta mektup yazarak ‘Kenan Evren’leşmeyin’ deyip darbe zihniyetlerine gönderme yapıyor. Onlara benzemeyin! Geçmişi hatırlayın! Dün şikâyet ettiklerinizden yakınırken bugün niçin onlar gibi yapıyorsunuz diye sitemkâr bir yazıyla adeta döktürmüş. Orhan Selen ağabey güçlü kalemi ile mevcut iktidara 12 Eylül penceresinden bakarak Kenan Evrenleşmekten vazgeçmelerini öneriyor. Farklı bir üslup, farklı bir pencere ve farklı bir yorum Orhan Selen’den…
Nusret Kebapçı’nun konusu ise tüm toplumun candamarı olan ‘zam’..! Akaryakıt, elektrik, doğalgaz diyerek toplumsal bir gözlemle zamla ilgili sosyal çağrışımlar yaparak köylü, işçi, memur vs. toplumun her kesimini ilgilendiren meslek kuruluşları ve kurumlar dahil olmak üzere zamların ana kaynağına sondaj atıp çözüm yolları öneriyor..!
Caner Öztaş’ın canına tak etmiş olacak ki sonunda “Ata’ya” mektup yazmak zorunda kalmış! Toplum, sosyal olaylar, yaşanılan şeyler insana neler yaptırmaz ki! Ata’sına bile mektup yazdırtır insana! Evet, değerli Caner Öztaş da öyle yapmış. Mevcut iktidarın son yıllardaki icraatlarına ağır eleştirilerde bulunarak siyasi, sosyal, tarihi, psikolojik, güncel her türlü yönle tüm sorunları birleştirip çareyi Ata’ya şikâyet etmede buluyor…
Harika Ören adı üstünde “Yaşasın Cumhuriyet” diyerek Cumhuriyet nasıl ki bugüne kadar yaşadıysa ebedi nasıl yaşayacağının sinyallerini veriyor yazısında. Zaten altını çizmiş olduğu tırnak içindeki (siyah puntolarla belirtmiş) şu cümlelerden her şeyi çok rahat anlayabiliyoruz: “Cumhuriyet Bayramı, Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir, Atatürk’ün Türkiyesi, Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır, Devrimler, Hürriyet, Bağımsızlık, Atatürk İlkeleri, Atatürk’ün Önderliği ve Mustafa Kemal’in Türkiye’si derken duygu ve düşüncelrini açık, net ve şeffaf bir şekilde izah ediyor…
Belma Demir Akdağ ise Cumhuriyet’in 89 yaşında olduğunu kutlayarak Gazi torunu olduğuyla gurur duyuyor ve Cumhuriyet Bayramı heyecanını satırlarında coşkuya dönüştürüyor. İçindeki çocuk dile geliyor ve geçmiş zaman olur ki diyerek çocukluğundaki Cumhuriyet Bayramı sevincini yeniden yaşıyor ve yaşatıyor..! Belma Demir Akdağ yazısının özünde Cumhuriyet Bayramı’nın devletin değil halkın olduğunu vurgulayarak Kurtuluş Savaşı çağrışımları ile bu ülkenin ve bu milletin nasıl yeniden doğduğunun altını çiziyor.
Murat İnce kardeşim ise o güzel duygularını düşünceleriyle örerek adeta şelale gibi akıyor yüreklerimize… Bizi yine alıp götürüyor hayallerimizin derinliğine… Yorgun sabahlar, uzak iklimler, ağlayan yürek ve yüreğin güzel kızı, umudun mavi yolculuğu, yüreğin yüksek satırları, ateşlere yağan kar, kalburüstü zamanlar, vs. imge yüklü kelimeler, kavramlar, cümleler zaten derin vurgularla aşkı/sevgiyi, özlemi/hasreti, umudu buram buram yaşatıyor bize…Adı üstünde duygu adamı Murat İnce… Duygularıyla dans ediyor düşüncelerimizde..!
Ayten Yavaşça, Aymelek şarkısı üzerinde durmuş bu yazısında. Bestesi İlgün Soysev’e ait olan Hüseyni makamındaki Aymelek şarkısının Münire Aksaray’ın sözleri bile insanı mest ediyor. Bir de Kemal Caner’in yorumuyla dinlediğiniz zaman..! Anılar, hikayeler/öyküler nasıl beste, güfte ve şarkı olup dillere düşüyor.. Dilden dile de gönüllere taht kuruyor… Aymelek yorumcusuna göre çiçek çiçek açıyor yüreklerde… Kısaca yıllar öncesinde bir sahil kasabasında bir kadının hikâyesi… Kadın güzel mi güzel ve kasabada bir denizciye tutuluyor. Zor şartlar altında evleniyorlar… Çocukları da oluyor… Ve bir gün sevdiği insan bir kayboluyor pir kayboluyor… Yıllarca yolunu gözlüyor ama bir daha gelmiyor… Zamanla Aymelek’in oğlu büyüyor ve babası gibi denizci oluyor… Oğlu da bir deniz kazasında kayboluyor.. Geride yaralı, dertli, kederli bir ana yüreği kalıyor. Kocasının yarasına şimdi de oğlunun yarası… Ve Aymelek her gün deniz kıyısında derin hayallere dalarak kocasının ve oğlunun sanki bir gün geri gelecekmiş gibi düşünerek duygu yağmurları altında umutla bakıyor hep uzaklara… Önce canından daha çok sevdiği kocası, sonra da biricik yavrusu sırra kadem basıyor… Acı ve hüzünle bir umut bir beklenti… Ve bunları anlatıyor Ayten Yavaşça yazısında… Bilhassa son cümlesi o kadar güzel ki, adeta yazının özeti: “Kıyıya vuran dalgalarda sanki bir şarkının nağmelerini müjdeliyor ruhuma ve kalemime…”
Dr. Hülya Ünal’ın “Cumhuriyet Coşkusu” yazısına gelince o da tüm gerginliklere, baskılara ve engellere rağmen Cumhuriyet Bayramı’nı coşkuyla kutlandığından bahsediyor. Sokakların insan seliyle Anıtkabir’e akmasından, toprağımızın kutsallığından, şanlı tarihimizin köklerinden, Kurtuluş Savaşı’na vurgu yaparak “her karışı atalarımızın toprağı ile sulanmış” diyerek vatan sevgisinden bahsederken bilhassa beni en çok etkileyen bebek yerine mermi sarılması cümlesiydi..! Ankara, İzmir ki… Türkiye..! Bayram coşkusu… Ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile noktalıyor yazısını…
İlknur Köseler Bakış “Ah Keşke” diyerek masal tadıyla başlıyor anlatmaya evini sırtında taşımaktan hoşlanmayan salyangozun hikayesini.. Salyangozun en sevdiği dostlarıydı kelebek ve uğur böceği.. Ressam olan Tırtıl boyar mı Salyongoz’un evini ve bir de yolculuk var ki sormayın..! Yolculukta yağmura yakalanırlar… Kelebek ve Uğur böceği ne kadar ıslansa da salyangozun kabuğu onu yağmurdan koruyor… Salyongoz, sırtındaki beğenmediği evin değerini de böylece anlıyor. İlknur Hanım sözü getiriyor yakın çevreye, topluma... Salyangoz misaliyle böyle insanlara ve böyle hikâyelere vurgu yapıyor… Ve son sözü ne güzel: “Uğur böceklerinin uğurunda, kelebeklerin hafifliğinde ve renklerinde, salyangoz evinin güvenliğinde, yağmur bereketinde, ağız tadında mutlu, huzurlu ve güzel günler diliyorum..”
Günseli Rumelioğlu’nun konusu da Cumhuriyet Bayramı… Zaten yazısının başlığı Cumhuriyetin Emsalsizliği..! İnsanlık için en iyi yönetim vurgusu yapıyor daha yazısının girişinde sonra da 89. Yıl! Bu vatan topraklarında her bireyin varlık mevcudiyetinin yansıdığı gençliğe aydınlığının güzel bir iletişim modeli olduğundan söz ediyor. Daha sonra da hukuksal birlikten, özgürlükten, hakça paylaşmaktan, bereketli yaşam şeklinden, adaletten, eşitlikten, tüm insanlığa saygıdan, kahraman şehitlerden, Gazi Mustafa Kemal’den, ki Cumhuriyetin emsalsizliğinden bahsederek sonunda o da diğer yazarlarımız gibi güzel bir sözle bitiriyor yazısını: “İşte bu ahval ve şeraitte dahi, Muhtaç olduğun kudretin damarlarındaki asil kanda unutmamak demek” diyerek “Bilmelisin ki Cumhuriyet Güneşi olmadan yaşaman ve yaşatman mümkün değil.”
Atilla Yüncüoğlu çok farklı bir konu işliyor yazısında. Konu Facebook ve Twetteer..! Evet, çoğu zaman benim de kafamı kurcalayan çağımızın korkunç iletişim, paylaşım ve kaynaşım araçları..! Kaynaşım kelimesini hiç kullanan var mı bilmiyorum ama bana göre kullanılabilir! 2009 tarihinde Facebook’un faydaları ve zararlarını yazdığından bahsederek sosyal paylaşım sitelerinin büyük tehlikesinden söz ediyor! Sosyal paylaşım sitelerinin yanlış kullanımı sonucu doğan cezalar ile ilgili haberlere değiniyor. Ve bazı örnekler: “Amerika’yı yok edeceğiz, Pozantı mağduru dağa çıktı, Demet Akalın’ın hakaret davası ve M.Ali Ilacak’tan 500 TL kazanması, Ebru Şallı davası” gibi vs. örnekler vermiş Atilla Yüncüoğlu. Sosyal Paylaşım sitelerindeki ezalardan bahsediyor. Evet, A. Yüncüoğlu sosyal paylaşım sitelerinin olumlu ve olumsuz yönlerini irdeleyerek uyarıcı ve ilginç bir yazısını da okumuş olduk…
Ergül İlter de sosyal medyadan ve internet sitelerinden bahsediyor “Ah Şu S.P.S’lerin Diğer Yüzleri Olmasa” diyerek dostluk paylaşımlarını daha önce övdüğünden bahsederken ve eleştirdiği yönleri de dile getiriyor. Sosyal Paylaşım Siteleri’nde akla-hayale gelmedik tuhaf, garip, basit, bayağı, yüzeysel, çirkin vs. durumlar paylaşılmasından ve insanların kendilerini ne hale getirdiklerinden söz ediyor. Ergül İter “Gel de Aziz Nesin’i hatırlatma” diyor! Ve hissiyatsızlardan, ar damarı çatlamış olanlardan, duygusuz ve gamsız insanların durumlarını da unutmamış! Sosyal Paylaşım Siteleri’nde daha güzel şeyler anlatılması, paylaşılması gerekirken neler anlatılıp-paylaşıldığına vurgu yaparak çok iğrenç ve utanç verici hallerin cereyan ettiğine de değinmeden geçemiyor. Sapıklıklar, küfürler, tehditler de işin cabası… Evet, konu ilginç olduğu kadar mutlaka üzerinde durulması gerekirdi. Ve zaten gereken de farklı bir gözlemle yapılmış diyorum…
Melek Adalet Önol “Eksildiniz mi Hiç” diyerek insanın yalnızlığından, kimsesizliğinden, çaresizliğinden, parça parça eksildiğinden söz ediyor..! Yani, konu ne kadar bayram da olsa insanın iç dünyasında kopan yalnızlığa işaret ediyor. Aslında çevresi kalabalıkken yalnız olmaktan söz ediyor. Dolaylı da olsa insanın içindeki çocuktan bahsediyor! Buruk bayramlardan..! Yine de “Çocukluğumu istiyorum bayramlarda” diyebiliyor…
Süleyman Duman ilginç ve güzel (ki vurgulu ve edebi) bir başlık altında (Bu dünyada “Mehmet”, “Düz” Geçti..”) popüler kültürlere teslim olmamak için direnmekten söz ediyor. Sıra neferliği ve günlük hayatın yazı-tura onbaşılığı..! İlginç..! Süleyman Duman’ın kendisinin de belirttiği gibi yazıya dikkat çekmek için böyle bir giriş yapmış. Zaman içinde dilin, duyguların, düşüncelerin, hayallerin, tavır, tutum ve davranışların değiştiğinden bahsediyor. Bilimsel gerçeklik ve aklın kabul etmediği zorluklar...! Evet, tüm bunların değişimden kaynaklandığı belirtiliyor. Moral değerlerinin değişmesini sorguluyor Süleyman Duman…Ve getiriyor yazısına başlık attığı konunun içeriğine..! Yıllar önce kaybettiği Mehmet Düz ve oğlu Gökhan Düz’ün nikah töreninde içsel yaşamış olduğu duygu ve düşünce yoğunluğunu öyle bir güzel kaleme almış ki sormayın… Artık burada durmam gerekiyor. Benim yorumuma da gerek kalmıyor. Yazı okunduğunda Süleyman Duman’ın duyguları, düşünceleri, hayalleri, tespitleri dile gelip konuşuyor zaten…
Meryem Demir yazısında “İki Bayram”dan bahsederek önce bayramın birlik-beraberlik olduğuna değiniyor sonra da Kurban ve Cumhuriyet bayramını aynı anda yaşanmasının vermiş olduğu sevinci, heyecanı ve hüznü paylaşıyor bizimle yazısında…Her gün şehit haberleriyle de bir hatırlatma yapıyor hem de bayrama dair..! Gelişen teknolojinin insanı yalnızlaştırdığından ve geleneklerimizi yok ettiğinden dem vurarak ağırlaşan ekonominin şartları ne kadar zorlaştırdığını ve bayram günlerini bile adeta kaçamak tatil günleri haline getirdiğine işaret etmiş Meryem Demir. Evet, ne kadar doğru bir tespit.. Gelenek ve göreneklere modernleşme gözüyle bakanların gelecek için endişeleri olması gerektiğinden söz ediyor. Modernleşeceğiz derken dini ve milli duygulardan uzaklaşılmaması gerektiğinin de altını çiziyor. Mutsuz bireyler olmamak, geleceğe umutla bakabilmek için birlik ve beraberliğe önem vermenin ne kadar zor olduğunun da üzerinde duruyor Meryem demir. Ve sözlerini Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözüyle bitiriyor. “Bir ulus, sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez.”
Mehmet Kadıoğlu “Suçu zamanda arama şiirinde” dünyaya gelenlerin göreceklerine hazır olmasından, dünyanın döndüğü gibi insanoğlunun da içinde döndüğünü ve ölümle yaşam arasında farka vurgu yaparak, yaşanılanlardan ders çıkarılmadığından, öte diye bir derdin unutulduğundan ve tamamen dünya sevdası ile sarhoşluktan ve insanın kendi akıbetini karanlığa ve korkuya göre ayarladığından bahsediyor kısa şiirinde…
Şükran Erdoğan’ın “Bayraklı Ülke” şiirinde bir rüya ile bayraklı evlerden, sokaklardan, meydanlardan ve şehirden bahsediyor. Mutluluk, sevinç, umut vs..! Rüyada tüm ülkeyi kırmızı bayraklar içinde görmek ve bayrağa olan büyük saygıyı mısralar içinde döktürmek yakışmış Şükran Erdoğan’a…
Y. Birsen Demircan “İki Bayram ve Tek Yürek” başlığını attığı yazısında o da diğer yazarlar gibi öğrenciliğine giderek dini bayramlar ve milli bayramlar diye başlıyor yazısına… Dini ve milli bayramların sevinç, mutluluk verdiğini, bu bayramlarda güzel giyinmenin, hoş vakit geçirmenin, hayata umutla akmanın perdesini aralayarak güzel şeylerden bahsetmiş. Ayrıca kırgınlıklardın barışa dönüşmesi savaşın barışa dönmesi kadar önemli bir husus olduğunun da iması/vurgusu ve işareti zaten yapılmış yazının içeriğinde. Milli birlik ve bütünlüğümüzün korunabilmesi için bayramlarda daha da özverili olunması gerektiği de hissettirilmiş adeta…
Sevinç Şimşek de “29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Ulusumuza Kutlu Olsun” diyerek yasakçılığa isyan ederek Cumhuriyet Bayramı’nın kutlamasıyla ilgili hususları dile getirmiş. Cumhuriyet’in önemi üzerinde durularak hiçbir yasağın yüreklerdeki umudu, gözlerdeki feri, sözlerdeki derinliği ve özlerdeki Cumhuriyet aşkını yok edemeyeceği üzerine basılarak durulduğu aşikar olsa gerek. Ve Atatürk, Cumhuriyet, Özgürlük kavramları etrafında bir bayram sevincinin heyecanı ilmik ilmik işlenmiş bir ressam his ve düşünceleriyle adeta…
Sevgi Ünal “Kır Çiçekleri” başlığını atıyor yazısına.. İlginç, dramatik, çelişkili, farklı bir yaşamın içinden süzülen bir hikayenin sevgi yoksuzluğundan kaynaklanan boşluğun kır çiçekleri ile başka birinde bulma sendromu..! Sonra da pişmanlık, karşısındakinin öfkesi, gelinin gideni bile aratacağı kadar enteresan bir diyalog vs..! Sorulu cevaplı duygu ve düşünceler kır çiçeği gibi nakış nakış dokunuyor yürek kilimine. Günlük halk ağzıyla doğal sözler karşılıklı iletişim içinde! Ağlamak, nefret, iyi davranma, sevgi bir köy gerçeği ile gerdek gecesinde başlayan korkunun geleceğe damgasını vurması..! Gülşah’ın etrafında dönüp-dolaşan acı dolu bir öykünün cümlelerden sızan duygu ve düşünceler karşılıklı konuşma ile farklı bir boyuttan yine farklı boyutlara geçmesini anlatıyor Sevgi Ünal..
Oktay Zerrin’den ulvi, sevgi, saygı, mukaddes, müstesna duygu ve düşüncelerin paylaşıldığı bir bayram mesajı..!
Nevin Işık “Bir Sevgi İstiyorum” diyor. Kim istemez sevgiyi?! Baştan diyor bir hikâye kurgulamak için konu mankenine ihtiyaç duymadığını! Her gelen zaten giderken arkasında bir hikaye bıraktığından söz ediyor pembe masallar ile..! Fakat saflık ve aptallık içinde acaba bir roman mıydı diye soramıyor insan?! Geriye kalan ve bilinen tek şey yalnızlıktı galiba..! Bir gün biri çıkarsa karşısına (melek mi, şeytan mı, gönül avcısı mı) her kim ise şayet kadın olduğuna dair soruların cevabı baklava dilimi gibi cevap bulacakmış! Sorular cevaplandıkça duygular artacak! Duygular hayallerle büyüdükçe yeniden var oluş ki yaşamak inancı umuda dönüşüyordu! Sevdaların bir amaç ve çıkar uğruna olması duyguları bile yem ederdi aç kurtlara! Ne bileyim Nevin Işık böyle diyor! Birbirinin içinde girift cümleler pekişerek adeta duygu yüklü aşk yumağına mı dönüşmeye başlıyor dersiniz? Duyguların soyularak egolarını tatmin edenlerde var! Aşkı yaşatan da öldüren de kadın mıdır?! Yaratan demedim ha! Kadın, yaratmak, aşk..! Üzerine bir dilim bal sürülmüş ekmeğin ekmek dilimi gibi miydi kadının dudağı (mı?) demek isteniyor acaba diyorum..! Her neyse..! Kadın olmadan aşk olur mu?! İlla ki kadın?! Her gün içilen sigaranın gözyaşı ile yarıda sönmesi hiç olmazsa zehrin ciğerlere gitmesine erteliyordu! Gerçekten öyle miydi acaba?! Yoksa lafın gelişi bize böyle mi yansımıştı..! Diyorum ki bir sevgi istenirse şayet aynen Nevin Işık’ın kaleminden döküldüğü gibi istenmesi gerekir diyeceğim ama her yüreğin sevmesi farklıdır..!
.
Nice yaşlara Efece haber...
07.11.2012
Muhsin Akıl
|