Birçok şeyden uzaklaştırıyor gibi. Sıcak havadan uzak, soğuğu iyice hissettiren, içe dönük, kendini yaşayan, yorgun, diğer on bir aydan farklı güz mevsiminin son ayı. Kasım ayı. Yazdan, sıcaktan, denizden, yayladan, gezintilerden uzaklaştırıyor; sıcağı unutturuyor yavaş yavaş. Soğuğu karşılama, sıcağı terk etme ayı da diyebiliriz kısaca. Ama yeni başlangıçlara da kapı aralıyordur muhtemelen. Aşka, yeni umutlara, yeni arayışlara…
Bir şeyleri de hatırlatıyor keza. Bitmek üzere olan bir yılı; doğum günü ve ölümü…
Ayın on beşi. Sabah sabah tuhaf sessiz bir telâşe vardı üzerimde. Karman çorman, karamsarlık üzerimdeydi uyandığımda. Kalıcı değil, geçici gelgitler vardı yüreğimde. Döne döne gidip gelen gelgitler…
Her gün izlediğim manzaramı da hüzün kaplamış meğer. Tıpkı yüreğimden atamadığın o hüzün gibi, sisle kaplandığı gibi, bulanık renkte yağan yağmur gibi. Nedense garip bir hüzün vardı bu kasım ayında da. Sabahın erken saatlerinde güne merhaba dememizi engelleyen bir hava vardı dışarıda. O güzelim her gün seyrettiğim şehrimi göremiyordum artık. Sırra kadem basar gibi sis yatmıştı yeryüzüne; mat beyaz perde girdi aramıza. Güçsüz, kimsesiz gibi… Karadeniz dahi görünürde değil. Yokmuş gibi. Aklını kaybetmiş gibi; o muazzam görüntü kaybolup gitti biz uyurken. Başka bir evrendeymişsin gibi hisse kapıldığın anı yaşıyor insan. Gördüğüm sadece balkonun metal ferforjesiydi o anda. Ne o mezarlık vardı karşımda ne de gördüğüm o on dört on beş mahalle, ne de her tonuna rastlayabileceğiniz o doğanın yeşilliği. Garip bir hiçlik… Mezarlıktaki çam ağaçları. Birbirine paralel yollar. Hepsi silindi kadrajın içinden sanki. Yok oldu günün ilerleyen zamanında da.
Soğuğun tam belirgin olarak hissedildiği bir aydı kasım ayı. Kaloriferlerin yanmaya, kalın kıyafetlerin giyilmeye başlandığı ay. Suçsuz Mitya’nın çöküşü gibiydi kasım ayı. Mutsuz, sahipsiz, harabe, soğuk, sis içinde ama sırlarıyla asil bir ay. Orada, burada, şurada görünen mahallelerin hiç biri görünmüyor olsa da. Tam bu sırada bir nefha geçti yüreğimden aklıma doğru. Hissettim sanki dışarıdaki o soğuğu oturduğum sandalyede.
Böylesi hava insanın kimyasını bozar, karamsarlığa bürünür derler ya; ama öyle değilimdir sanırım; böylesi hava hüzün yaratır bende; o hüzün ki ruhum dillenir, konuşur kendi kendine; severim böylesi havayı. Bulut, deniz, yağmur, sis. Yüreğiniz konuşur adeta. Dökülür kelimeler birer birer, ta en derinlerden. Yüreğinizde daha farklı bir hava yaratır bu hava. Sabah sabah karşısına geçerek yudumladığınız çay ve sabah kahvaltısı. Benzemez diğer rengârenk havaların yarattığı havaya; hiç mi hiç benzemez ferforjeden ötesini göremediğiniz bulanıklığın sizde yarattığı hüznü. O hüznün bile insana kattığı farklı bir mutluluk, farklı bir içsel sevinç. Üretmenin hazzı ile ilham kaynağınızın karşında içinize akan yağmurların hissettirdiği duyguları yaşamanız. İçinizdeki artık tumturaksız başlayan yağmurdu oysa bu. Huzuru yakalama anınız. Kasım ayının hissettirdiği karmaşıklık ve yine kabullenmek istemediğiniz o karamsarlık.
Karşınızda yeryüzünü kaplayan sisin size hissettirdiği aynı zamanda o beyaz ölüm. O sisin derinliğine dalan uzun uzun bakışlar altında, yavaş yavaş gözünüzün önüne inen perde gibi olsa gerek bu. Yeryüzü de öldü; sis perdesi çöktü üzerine. Ölüm de böylesi sanırım. Sis perdesinin çökmesi gibi. Her yerin bulanık olması, sonsuzluk gibi, bir hiçlik içinde kaybolma gibi. Bu kasım ayında da yeryüzü böyle kayboldu velhasıl. Hiçliğini yaşıyor çöküntü içinde. Bir yok oluşun ritüeli sanki. Bu yok oluş içinde her gün gördüğüm Bahçecik mezarlığını arayışım. Mezarda yatanların tekrar dirileceği inancının yüreğimde doğuşu; sis içinden bana doğru gelecek insanları umutsuz bekleyiş anına kapılışım.
Uzun bir zaman kımıldamadan yattı yeryüzüne sis. Gökyüzü yeryüzü birleşti uzun bir zaman. Saat ilerledikçe yağan yağmur görülmeye başladı artık. Uzun uzun bardaktan boşalırcasına. Yeryüzü ve gökyüzü yağmur altında. Karadeniz’in meşhur tumturaksız yağışını izliyor oluyorsunuz bu arada. Yavaş yavaş sis hareketlenmeye de başladı. Tahtından kalkar oluyor, yer değiştiriyordu nihayetinde. Sis perdesinin ardından bir görünüp bir kaybolan o vazgeçemediğim kayıp şehir görünüyordu ufaktan ufaktan.
Hasta iyileşir gibiydi sanki. Gözleri aralanmaya başladı. Bir kapanıp bir açılıyordu artık. Uzaklaşmaya başladı. Bulanık bir havaydı yine de. Yağan sağanak yağmur balkonu aşıp camda teklemeye başladı.
Tam bu sırada öğlen vakti yaklaşıyordu. Ayrı bir manzara vardı karşımızda. Kahve tadında bir his uyanıyor yüreğimde. Kalkıp kahve yapıyorum kendime. Hiçbir anı kaçırmadan izliyorum daima. Mahalleler, evler yerli yerindeydi. Ama farklı bir grilik, farklı bir duruş vardı üzerlerinde. Kirlenmişlik, hüzün ve harabelik vardı üzerlerinde. Ağlayan bir şehir, kime ağladığını bilmeyen bir şehir, neden yaşadığını bilmeyen ölü bir şehir vardı bu kasım ayında. Doğduğu aydı ama ölümü hatırlattı hep. Sevinemedi yine de. Ağladı yüreği hep en derinlerde. Kasım ayı işte, diğer aylardan bir farkı var elbette. Hissettirdi; soğuğu, kıskançlığı, karamsarlığı ve o yakamızdan hiçbir zaman uzaklaşmayacak o beyaz ölümü; hissettirdi yine de birçok şeyi bu Kasım ayı…
|