İnsanlar arasında olan biteni anlamaya çalışmak istemiyorum aslında. Elimizdekilerin değerini bilmeden yok ediyoruz hep; insanları, doğayı, yaşadığımız tüm güzellikleri… Ki, birçok şeyde birçok güzellikler bulmak mümkünken, neden bu? Her şey mümkünken, mümkünler içinde mümkünleri veya mümkünsüzleri beğenirken de; bizler sebep oluyoruz başımıza gelenlere. Hani bir şeylerden bıkarsınız ya, işte bu yüzden doğayı izlemeye karşı meramım her geçen gün artıyor gibi.
Dünyayı aymazlar yönetiyor. Birçok ülkeyi de. Acımasızca. Gitgide uzayıp giden, bitmek bilmeyen iç savaşlar, ulusu ulusa ve kardeşi kardeşe kırdırma politikaları. Başkaldırı. İsyan. Bölünme. Ötekileşme. Kendinden olmayanı sindirme, korkutma, bitirme. Yok etme savaşı sürüp gidiyor bu son yıllarda da.
Dünya düzeni kuruldu kurulalı böyle bu esasında. Var olduğu sürece de devam edecek demek ki. Aklı başında bir sistem kurulmadı; kurulmayacak gibi de. Kendi ellerimizle dünyayı yok edeceğiz belki de.
Gafillik diz boyu insanlar arasında. Kitlesel huzur, sosyal adalet ve konforun yerini bireysel hırslar almış başını gidiyor. Bireysel hırsların sonucu değil midir ki bu karmaşa, bu hengâme, bu savaşlar. Oysa zafer kazansan ne olur kazanmasan ne olur. En üst makamda otursan ne olur oturmasan ne olur. Tahtın göğe kurulsa da hepimizin gideceği yer belli değil mi? Yaşadığımız bunca deneyimin bıraktığı sonuç, umutlarımız ve hayallerimiz silik bir pırıltıdan öteye gidemeyeceğidir. Gerçek belli. Olan biten aşikâr. Aslolan üretmek ve paylaşmak değil midir?
Savaştan korkar oldum. Kimyasal silahlardan, atom bombasından, yabancı askerlerden… Şiddetten, işkenceden, eziyetten; kadınlara sistematik olarak kötü davranılmasından; etnik temizlik ya da katliamlardan. Düşündükçe, üzülerek anlıyorum bu durumun vahametini. Şehirlerin yok olmasından, insanların yok olmasından korkar oldum. Yaşamımız artık bu kötü güçlerin elinde sanki. Gafillerin, aymazların, acımasızların elinde. Görüyoruz velhasıl, insanlığa ettiklerini ve etkilerini.
“İnsan hiçbir zaman aldatılmaz, o kendi kendini aldatır” demiş ya şair; bizimkisi de öyle gibi. Bu yüzdendir ki insanların yönettiği, kurduğu bu çirkin sisteme takılmak istemiyorum bu son günlerde. Ne anlamak ne de hak vermek. Etkileri belli kısacası.
Dolayısıyla doğayı, gökyüzünü izler oldum bu sıralar. İşte bu yüzdendir ki ölümü de düşünür oldum hep. Ölüm korkusunu yaşar oldum. Ölümden kaçmak ne mümkün ki. Kaçarı yok zaten. Ertelenmesi de ne mümkün. Vakti saati gelince karşılayacak bizi kırmızı ışıkta. Sadece hazırlıksız yakalanma korkusudur benimkisi. Dün de bugün de aslolan bu.
Kış mevsimini yaşadığımız bu günlerde doğa da öldü adeta. Ne bir canlılık ne de renklilik var yeryüzünde. Ne de parlaklık, pırıltı. Eziyet ve işkence görmüş gibi. Çarklar durmuş gibi. Ölü. Oysa ilkbahar gelince de doğa yeniden canlanıyor yeşeriyor her bir şey de. Birçok yeni yeşeren bin bir çeşit bitkileri de görmek mümkün ilkbaharda.
Bazı akşamlar yıldızlar, ay gözükmez. Yani ölüm gibi yok oluş. Bir başka gece gözükmeye başlarlar, parlarlar yeniden doğar gibi bir var oluş. Güneşin, akşam üzerleri batıyor olması gibidir yok oluş. Gün doğarken de yeniden doğması var oluş. Her gün atılan gündemler yok oluş. Ölü. Her gün de doğar; yeni gündemler bir var oluş gibi. Akıp giden dün de ölü. Gelen yeni gün de yeni doğmuş gibi. Gizemli bir durum. Ardı ardına gelen keşfedilmemiş sırlarla dolu kumul kumul. Çok ama çok.
Doğayı izledikçe yeniden doğuşa tanık oluyor gibiyim. Yoktan var olma. Hiçlik içinden gelen yeni belirtiler; belki de bir mesaj bize bu. Ölümden sonra yeniden yaşamaya devam etme mesajı bu sanki. Aynı zamanda ölümle yaşam arasında da yeniden doğma beklentisi bu. Anlamak adına şuurumu zorluyorum hep. Her şey mümkün ya.
Doğadaki gözlemlerimle hayatımız arasındaki gizemli bağlantıyı sorguluyorum kendi kendime. Doğaya ilgim artıyor iyiden iyiye. Bol bol gözlem yapıyorum. Sistematik bir düzenin sarmalında yaşıyoruz hepimiz. Keşfedilmemiş birçok şeyde mevcut aynı zamanda. Doğayı izledikçe kendimi bu düzenin içinde buluyorum genellikle. Bir parçası hatta. Büyük gibi göründüğüm ama aslında küçücük bir parçası. Hem de küçücük, çok ama çok küçücük.
Doğanın verdiği bu mesaj, bende de yeni beklentiyi doğuruyor nihayetinde. Ölümden sonra yeniden dirileceğimi… Paralel evrende yeniden yaşamaya başlama olayı. Ya da öteki dünyada.
Bütün bunları düşündükçe ölümü karşılamaya hazırlanma durumum beliriyor, fani dünyada gözümün önünde. Her an her şey benim de başıma gelmesi mümkünken, birçok şeyi ertelemem niye mesela. Ona her geçen gün yakınlaştığımızı düşünüyor olmama rağmen; dahası her an yanı başımızda olduğunu biliyor olmamıza rağmen; hazırlıklarını neden daima erteler insan?
Ölüm korkusu mıh gibi saplanmışken us’umda, neden bende de aynı haller?
|