İçime bakamadığım için etrafıma bakıyordum. Ama artık o kadar yorgun, birbirine her şey o kadar çok benziyor ki yorucu, yoruldum ben de. Dünya sıradan zırvalıklarla dopdolu. Artık etrafıma bakmak istemiyorum daha. Bakılması gereken yerin gökyüzü olduğunu düşünüyorum artık. Müphem olsa dahi gökyüzü. Derinliğe giden sonsuzluk. Yer yer beyaz. Yer yer mavi. Bulut. Aydınlık. İntizam. Yeni bir şey de üstelik. Yorumlamanın erbabı olmasam da anladığım kadar, gram gram alabildiğim kadar olacak gibi de.
Zaman zaman her baktığımda karşımda öyle muazzam bir tablo görüyorum ki, hayran olmamak ne mümkün. Dünyayı görmeden yaşamak gibi. Etrafımıza bakmadan, karabasanları görmeden yaşamak gibi. Sadece ve sadece gökyüzü mülhem bu sıralar bende. Yanlışı ve hatayı gideren o derinlik. O hiçlik. O sonsuzluk. Üzerime üzerime gelen, daha önce bilmediğim, fark etmediğim bir yer. Akıl ve irade ile anlamak, yorumlamak…Bazen bulanık, bazen puslu, bazen net, bazen de kör edici bir parlaklık.
Bulutların duygusallığı, hüznü… Hüznün ahenkli dansı. Melankolikliği. İçiçe, birbirine geçmiş ilginçliği. Yer yer matlığı. Yer yer beyazlığı. Puslu. “Soluk mürekkep.” İnsanın resim yapası geliyor o muazzam güzelliği görünce. Bulutlara pencere takıp, pencereden ötesini göresi geliyor. Oysa her baktığımda ne kadar bilgisizim. Ne kadar cahilim. Bir şeye de benzetemiyorum velhasıl. Benzeri yok gibi de. Ne çok geç kalmışım erbap olmaya, gökyüzünü anlamaya…
Küçük bir çocuğum gökyüzünde. Yüreğimde, üzerimde yağmurlar. Suyunu arayan, etrafından bıkıp usanan çocuk. “Kendinden bıkan Picasso” gibi. Etrafından bıkan. Çaresizliğin, umutsuzluğun, devasızlığın durağında olan, içine dönmeyen. Dönemeyen. Yüreğine bakma cesareti bulamayan ben. Hayalle rüya arasında yaşayan ben. Artık kaçışın gökyüzünde olduğuna inanan ben. Dünyaya başkaldıran ben. Gri bulutların kaçışı gibi. Hızla. Bazen büyük bir gürültü ile. Bazen sessizce. Bulutların sessiz dansı gibi. Ahenkli. Büyük bir sessizliğin boşluğunda. Yıldız kayması gibi. Kayıyorum ben de. Gökyüzüne düşen ben. Takılan. Kilitlenen.
Ama hafif, ama günahın en az olduğu yer. Kimsenin olmadığı. Gürültünün, hengâmenin kin ve nefretin olmadığı yer. Kısaca günahsız mekân. Yaşayabilir miyim orada? Sevaplarım artar yada, günahlarım azalabilir mi? Gökyüzündeki nesnelere tutunabilir miyim bende? Dinler mi benim meramımı? Hayal gücümü artırır mı? Alır mı beni içine? Etrafı saran sarmalayan, kucaklayan o ana. Ama hiçlik. Müphem gene. Oraya takılıp kalabilir miyim her gün? Etrafıma bakmadan, görmeden… Kaçış olur mu gökyüzü benim için…
İnsan neden başkaldırır etrafına. Neden istemez. Yerde mi kalmalıyım, gökte mi yoksa… Yerde kalıp yerde yer mi aramalıyım? Gökte kalıp imgelem gücümü mü artırmalıyım? Arâftayım, arâfta.
Ne yerdeyim ne gökte. Bir orada bir burada. Arâfın kucağında. Gökyüzü zor benim için. Kavuşmak zor, yorumlamak zor, kafa yormak lazım. Her baktığımda içi boş bir kafa. Dağınık.
Aşık’ına kavuşamayan maşuk gibiyim her baktığımda. Yalnızların yalnızı Oğuz Atay gibi.
Gökyüzü. Ne kadar dolu dolu bir kelime. Kucaklayan. Ama puslu. Ama belli belirsiz. Bilinmeyen bir yer benim için. Zihin faaliyetlerimi de ateşleyen bir yer kısmen de olsa. Yeni yeni. Edebiyat için, sanat için derin bir hazine. Ve benim de o koca kazana kepçeyi daldırıp anlamlandırabildiğim kadar…
|