Hiç düşündünüz mü dünyada konuşulan ortak dil hangisidir diye?
“İngilizce” dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Bilemediniz işte!
Doğru cevap “Türkçe” olacaktı.
Bu kanıya nereden mi vardım?
Elbetteki Afrika'nın balta girmemiş ormanlarındaki Geniça kabilesindeki çocuğa “Çarşambayı Sel Aldı” türküsünü söyleterek bunu bize Türkçe Olimpiyatları diye yutturanlar sayesinde değil.
Yılda 700 civarında sanatsal değeri bulunmayan film üreten Hindistan sinema sektörünü sollayarak leblebi gibi film ve dizilere imza atan Türk senarist ve yönetmenleri sayesinde.
Peki bu nasıl oluyor? Şöyle oluyor;
Muhteşem Yüzyıl isimli dizide Papa bilmem kaçıncı Benedict'in Taksim meydanında adres soran turistler gibi zorlanarak yarım yamalak Türkçesiyle maiyetine Sultan Süleyman'ı anlattığı sahneye hiç dikkat ettiniz mi?
Ya da geçtiğimiz yıllarda yayınlanan Yabancı Damat dizisinde Yunanlı Niko'nun Atina'da oturan ailesinin o anda yanlarında Türk bulunmamasına karşın kendi aralarında Rum şivesiyle çat pat Türkçe konuşmalarına.
Yönetmenler akıllı biz salağız ya, bu şekilde seslendirme yaptırarak yanlış anlamayalım diye Papa'nın ve Niko'nun ailesinin Türk olmadıklarını bize ima ediyorlar.
Ancak bu sefer de Papa ve Niko'nun ailesinin gündelik hayatta sürekli olarak Türkçe konuştukları şeklinde bir durum ortaya çıkıyor.
Şimdi anladınız mı dünyada kullanılan tek dilin niçin Türkçe olduğunu?
Oysa bırakın ekranda temiz bir dille Türkçe konuşsunlar. Biz kendilerinin o anda kendi dillerinde konuştuklarını zaten anlıyoruz.
Çünkü sinema izlemek belirli bir kültürü gerektiriyor ve bu kültür de insanlarımızda zaten fazlasıyla var.
Bir başka ayrıntıya geçmek istiyorum;
Şayet tarihi bir film izliyorsam, aynı kareye günümüzden yansıyan görüntülerin yanlışlıkla girip girmediğini titizlikle irdelerim, çünkü orada rastlayacağım böyle bir hata bana müthiş bir haz verir.
Çoğu zaman da yakalamışımdır böyle hataları.
Malkoçoğlu'nun kılıç sallarken kolundan çıkarmayı unuttuğu saatini; Tarkan'ın takla atarken giydiği slip şortunu (güvercin gibi durup dururken neden takla attığını bugün dahi halen anlayabilmiş değilim) ya da 1970'li yılların başlarında çekilmiş filmde Kara Murat'ın atıyla dörtnala giderken henüz inşa halinde bulunan Boğaziçi Köprüsü'nün devasa ayaklarını.
Diyelim ki bunlar henüz emekleme çağındaki Türk sinemasının teknik imkansızlıklarından kaynaklanan dikkat edilmeyen unsurlardı. Ya günümüz teknolojisinin tüm olanaklarından yararlanılarak çekilen dizilere ne demeli?
1950'li yılları anlatan böyle bir dizide iki oyuncunun Adana sokaklarında konuştukları sahnede gözüm sürekli olarak arka fonda günümüzden izler ararken tıpkı zombiler gibi ağır ağır yürüyen yeşil şapkalı bir kadın dikkatimi çekti.
Yeşil şapkalı kadın, bisikletli postacı, meyan kökü satıcısı, omuzunda kürek bulunan bir köylü ve birkaç karakter üç dakikalık çekim esnasında çarşıyı kalabalık göstermek adına kameranın önünden caddenin sağına 7, sol tarafına da 8 kez geçtiler.
Hadi Papa'ya ve Niko'nun ailesine günlük hayatlarında Türkçe konuşturulmasını bir nebze olsun anladık diyelim, peki bu yeşil şapkalı kadına niçin dikkat etmemişler acaba? Oysa ki 15-20 figüran daha ekleyip o sahneyi zenginleştirmek mümkün.
Yine de “figüranlara yedirecek paramız yok” diyorlarsa demokrasilerde çare tükenmez.
Yeşil şapkalı kadının çantasının içerisine değişik renklerde birkaç şapka daha eklesinler. Kadın sol tarafa yönlendiğinde mavi şapkayı, sağa dönüşte kırmızı şapkayı, karşıdan gelirken de turuncu şapkayı taksın.
Nasıl fikir ama?
Ee ne de olsa tiyatroculuk geçmişim var.
Övünmek gibi olmasın ilkokul 4. sınıfa giderken bir okul müsameresinde sahnenin perdelerini ben açıp kapatmıştım. Gerçi her ne kadar son perdeyi uyuduğum için açmakta geciktiğimi söylüyorlarsa da siz bakmayın onlara. Başarımı çekemeyenlerin yalanlarıdır bunlar.
Şimdi gelelim kıssadan hisseye;
Türk insanı özünde yarı yarıya senaristtir.
İzlediği cinayet filminin sonunu kestirip “bence katil uşaktır” der de, Sam Amca'ya neden uşaklık yaptığımıza bir türlü anlam veremez.
Sağlıcakla kalın...
|