Bir kelime düştü dilime. Okuduğum bir yazıda hoşuma gittiği için ezberime almışım. “Levh-i mahfuz”. Ne büyülü bir kelime! Sanki hayır ve şerri içinde barındırıyor. Geniş. Mahpus. İslam’a göre “kader” demekmiş. İbn-i Kemal’e göre “korunmuş levha” demekmiş aynı zamanda. Bütün zaman içinde olmuş olacak, gelmiş gelecek her şeyin yazılı olduğu kitapmış. Tüm her şeyin yazılı olduğu kutsal bir kitap yani. Allah’ın iradesinde saklı. Sadece ve sadece melekler görebiliyormuş.
Birkaç gündür düşünmeden edemiyorum. Merakım her geçen gün artıyordu bu kelam üzerine. “Hiçbir şey gizli saklı değildir” diye söylenir ya. İşte bu, cümlenin doğruluğunu gösteriyordu. Bir insanın geleceği hakkında her şey orada belli. Ki hiç kimse müdahale etmeden, ben ezelden ebede kadar yaşayacağım her şeyin vakti zamanı gelince “yaşayacağım” demektir de bu. Mukadderatımı hiç kimse değiştiremez, yönlendiremez. O halde “hayır ve şer Allah’tandır” söylenmesinin nedeni bu mu? Kaderimiz belli ise yaşanan bunca kötü şeyler de Allah’tan mıdır hakikaten?
İnsan irade sahibi midir sahiden? İhtiyat ve kudret sahibi midir de? Öyleyse, eğer birçok insan akıl ve iradesini neden kötülükler için kullanır. Dünyaya neden en çok “şer” hâkimdir. Kudret sahibi olanların “şer” yanı bas bas bağırıyor yeryüzünde. Fiili yaratan kudret insanlar mı? Yoksa ilahi güç mü? Fiili yaratan aynı zamanda “şer” sahibi olduğu da aşikâr. Birçok insan mutlu iken birçok insan zülüm, şiddet, adaletsizlik, kan, savaş içinde acı çekmekte.
Kanuni’yi Kanuni yapan makbul İbrahim Paşa iken onu maktul duruma düşürdükten sonra akıl ve iradesini teşekküllü kullanamayarak iki oğlunu katletmiştir. Akıl ve idaresi hem kendisine hem de ülkeye zarar vermiştir. Bu Levh-i mahfuzda yazılıydı demek ki. Adnan Menderes, esen fiili rüzgârın etkisiyle halkı peşine sürükleyip yine aleyhinde esen fiillerin kurbanı olarak sonunu getirmiş. Bu da Levh-i mahfuzda yazılı. Kaddafi kendi sonunun böylesi halk tarafından linç edileceğini bilseydi yine 40 yıl tahtında oturur muydu acaba. Levh-i mahfuzdan haberi var mıydı bilmem. Beşer Esed, halkını savaşın içine sürükledi. Bunu bilerekten yapmadığı aşikâr. Şartlar öyle gelişti ki yani fiili, yahut rüzgar öyle esti ki kendini savaşın ortasında buldu. Bize göre yaptığı birçok şey yanlış, ona göre dosdoğru, yapması gerektiği şeyleri yaptığına olan inancıydı. Yoksa durup dururken yapar mıydı? Ki bunca geçen zamanın doğuracağı sonuç bu olmamalıydı da. İnsan öyle ki rüzgârın önünde bir yaprak misali yaptığı birçok şeyi elinde olmaksızın yapıyor belki de. Şerri yani kötülüğü zülümü insan bilerekten yapmıyor. “Kaderin cilvesi” derler ya. Esen kötü rüzgârın sürüklediği yaprak yani kul ne yapsın gibilerinden. Fiiller insana kötülüğü yaptırır. Gelişen şartlar kadının kocası tarafından katledilmesi gibi. Fiili yaratan koca değil bir başkası ya.
Gelelim ülkemize. Başbakan bir şiir yüzünden hapis yattı. Öyle bir rüzgâr esti ki başbakan oldu. Halk arkasında yürüyor. Artık yürümüyor koşuyor. Kendi inandığı değerler doğrultusunda. Sırat-ı müstakim. Ülke nere gider bilinmez ama rüzgâr estikçe esiyor. Levh-i mahfuzu okuyan, bilen de yok. Hem ülkenin, hem de Başbakan’ın kaderini Allah bilir.
Gerçekten Allah’ın adaleti var mıdır yeryüzünde? “Hayır ve şer Allah’tan” ise adaletten bahsetmek mümkün mü? Yoksa sadece öteki dünyada mıdır? Mümkünsüzlük içinde mümkünü aramamalı belki de.
İşlenen fiillerin doğurduğu sonuçlardan işleyen sorumlu tutulmamalı mı? Onun kaderi bu mudur demeli yoksa. Onu sürükleyen rüzgâr mı suçlu. Suçu işleyeceğinden haberi mi yok diye söylemeli. Sonucun öyle olacağını bilse yapar mı hiç? Allah’ın takdiri deyip suçu Yaradan’a mı atmalı? O halde yine sonuç ” ilahi adalet” yoktur sözüne bağlanmıyor mu?
İradesine sahip olan da olamayan da kendi kaderini mi çizer sahi? Akıl ve irade yeryüzünde sadece insanlara mı verildi? Sadece insanlar ise bu, en büyük zarar da insana yüklenmiş oldu velhasıl. Yaşamı bilen insan; algılayan, yorumlayan insan, ölümü de biliyor olması, “nerden geldik nereye koşuyoruz” sorusu ile yaşamının anlamını kaybetmesi ve ölümü kabullenmek istemeyişinin de farkında...
Ki dünya önemsenecek kadar özel bir yer değildir… Ya da bir filozofun dediği gibi dünya, Tanrı’nın insanları cezalandırmak için gönderdiği bir yerdir…
Nurcan Ofluoğlu ŞEN
17.03.2013
|