Yaz geldi. Ağaçlar yemyeşil. Doğa yeniden doğar gibi canlandı; bulutlar berrak, gönül ferahlığı gibi; deniz, gökyüzü masmavi özgür bir kadın gibi; sevinçli, musmutlu kısaca. Günahsız. Yasaksız. Tertemiz.
Doğa o ulvi haliyle bas bas bağırıyordu ben buradayım diye. Yeryüzü gökyüzüne yakınlaşmış gibi olağanüstü bir manzara. Araya sıkışmış kâh hayaller, kâh umutlar, kâh düş kırıklığı, kâh da hüzün… Akla ilk gelen hüzün... Gizli bir gizemdir hüzün. Melankoli hali gibi. Bir başka azap içinde yürek ağrısı gibi. En olağanı, en öne çıkanı. Ve de sessizlik içinde ruhu en çok yakıp yıkanı. Yaşama hevesine ket vuran, baskın. Biçare…
Çok sevdiğin bir insanın eksikliği ile gelen o hüzün değil mi ki bir elbise gibi her zaman üzerinde. Ne yazın gelmesi ne doğanın canlanması ne de mevsimlerin bir birini takip etmesi gideremiyor o hüznü. Aylar yıllar geçse bile hiç ama hiç gideremiyor. Bir türlü çıkarıp atamıyorsun o siyah elbiseyi üzerinden. Yüreğinin en derininden doğru akıp geliyor sık sık. Sessiz bir nehir. Usul usul yolunu bularak…
Doğa yeniden canlanıyor ama bir insan gitti mi tam gidiyor, gelmiyor bir daha. Dirilmiyor, doğmuyor yeniden. Bıraktığı tek şey ardından o tuhaf duygu. O öylesi bir hal ki su, ateş ve toprak yeniden yorumlanıyor us’umda. Mana ya mana katabiliyor.
Bütün güzellikler önüne serilse bile, o hüznü üzerinden atmak mümkün mü? Mümkün mü mümkünsüzlüğü mümkün hale getirmek; bir daha karşılaşmak bir daha aynı paylaşımları yaşamak. Mümkün mü mümkünüm demek, yok oluşu var etmek; zamanı geri çekmek; ya da geri zamana sıçrayıp yeniden mümkün hale gelmek…
Ki, mümkün ne güzel bir kelime! Oysa mümkünsüz ne kötü, ne çok mutsuz eden bir kelime. Tek başınalık ve beceriksizlik ve de sessizliği, kimsesizliği hissettiriyor sadece ve sadece...
Yaşanmışlığı yeniden yaşamak mümkün olsaydı keşke. Her şey mümkünken, mümkünler içinde mümkünleri ya da mümkünsüzleri beğenirken de; bizler sebep oluyoruz başımıza gelenlere… Bizler sebep oluyoruz hatalarımıza. Kaygılarımıza. Geç kalan diyemediğimiz o masum o güzel cümlelere.
Yanımızdakilerin değerini kaybedince mi anlar her insan. Yoksa ölüm her zaman başucumuzda da onu mu hissettirir bu sonsuz ayrılıklar. Yürek bu kadar mı kor içinde kanar. Dinmeyen acılar, çıvgınlar altında yaşanılan hüzün, bu kadar mı en derininden yaralar. Sızlatır inim inim her daim.
Tekrar tekrar geçmişi anımsamak. Dalga dalga hatıralar. Hayallerde, rüyalarda karşılaşma ümidi ile sık sık anımsama halleri. Geçmişe hasret. Özlem. “Bir tür kavuşmadır hatırlayış, unutuş bir özgürlük” demiş Halil Cibran. Özgür olamadın sen hala. Unutmak ne mümkün yok olanın eksikliğini. Aylar yıllar geçse bile unutmak ne mümkün.
İnsan doğanın bir parçası mı sahiden? Ya eşref-i mahlûkat sadece insan mı sahiden? Ama geri gelmiyor tamamen gidince. Ölümlü olduğunu bilerek yaşıyor üstelik. Yaşayan her insan için sevilen bir insanın, bir babanın, bir abinin eksikliğini hissetmek büyük bir talihsizlik. Ne kadersizlikmiş. Ne büyük bir acı. Geride kalanların yazgısı mı bu? Henüz on beşinde daha. “Çocukluğumu özlüyorum,” diyor. Ama üç yıldır sen yoksun. Onu her gördüğümde yaşama karşı direnme gücü hasıl olsa da yüreğinde. Ama gene de sessizce yüreğindeki mavilerin donmasını engelleyemiyor biliyorum. Üstelik yaz geldi. Ama tükenmişlik onun üzerinde… Zamanın sessizliğine kendimi bırakma halleri bende de. Sık sık kapıyı çalan karamsarlık. Söyleyecek söz bulamama. Ve ilerleyen gecenin zifiri karanlığında sessiz çığlık ve de acizliğim.
Ve sen gittiğinden beri hüzün hiç bırakmadı benim de yüreğimi. Ve de ölmeden öldürüyor zaman zaman herkes uyurken. Dipsiz kuyuya düşmüş gibi… Düşüyor başım masanın üzerine buğulanan gözlerimle…
Nurcan Ofluoğlu ŞEN
|