Obez damlaların ardı ardına cama vurmasıyla gözlerimi açıyorum yeni bir güne. Başak mıydı beni uyandıran yoksa yağmur muydu?Düşünmeye vaktim dahi olmadı. Bu sevimli küçük kız, o küçücük elini başımın altına sokup kaldırmaya çalışıyordu beni. Birkaç dakikaya dahi izin yoktu onun lügatinde. Virgülü de yok kısaca. Nokta. İlla da kalkmalıydım. “ yağan yağmurun keyfini gel beraber çıkaralım” diyorum ama yok. Ağzında, uzayan bir sakız gibi kelimeyi uzatarak, “hayır” diye kesip atıyor. Elimi tutup çekiyor. Çocuk işte ne anlar yağmurun o muazzam güzelliğini, ne anlar yüreğe neler hissettirdiğini. Yaşam onun için bir hayal dünyası gibi. Gerçeklerin farkında değil henüz. Bir belirsizlikten, bir sisin içinden Allah’ın bir hediyesi olarak gelmişti benim kucağıma.
Dışarıdaki hava müthiş. Tam da benim havam. Böyle durumlarda yalnızlığı arar ruhum. Çöl gibi, bembeyaz kâğıt gibi yalnızlığı… Yanıp tutuşan kelimeler, evin her bir köşesinde dolaşan imgeler; o çölün altını üstüne getirmeye, o beyaz sayfaları yazıp doldurmaya yeterli bir an… Şu an öylesi bir hava işte.
Upuzun yağan o yağmur, yüreğimdeki hüznü de ortaya çıkarandı aynı zamanda. Ruhları etrafımda dolaştıran… Ölüleri dirilten… Konuşturan… Yüreğimin dalga dalga kabarmasına sebep… Kıyısına tutunan yaşamlar… Bazen öfkeli bazen de sessiz esen rüzgârlar; yepyeni bir dünyayı canlandırma halleri o anda hissettiklerim…
Balkona geçiyorum sessizce, yüreğimi dinlemek için… Birden kesilen ve hızla yeryüzünü kapatan yepyeni bir sis dalgasıyla karşı karşıya kalışım. Birkaç saniye içinde. Tek bir yerden doğru kuşattı. Nereden geldiğini o anda fark edemediğim. Apansızın. Acımasızca, hoyratça yeryüzünü yutan bir sis… Bütün emarelerin kapandığı bir an. Ufuk çizgisinden değil, da ötelerden gelen. Duvar gibi. Yeryüzü ile irtibatım kesildi gene. Beyaz bir duvarın temaşa anı. Başka bir dünyaya başka bir evrende gibiyim. Dünya değil burası, şehir yok, dağlar yok, karşı vadideki mezarlık yok, hapishane yok, görüntü kayboldu birdenbire. Sanki ölüler ülkesine geçiş anı karşımda. Derinlere çöken bir belirsizlik. Fersahlarca uzanan bir kayıp, yitik, derisi yüzülmüş bir dünya… Uçsuz bucaksız bir terk edilmişlik mesela… Issız bir mabed sanki. Tavizsiz. Yepyeni, kimsesiz bir yer…Çırılçıplak… İmgeler kayıp mı ne? Hayalet ruhlarla dopdolu… Hiçliğin içinden doğru garip bakışların varlığı sanki… Nefessiz kalma korkusu en derinlerde. Ama nefes alabiliyorum. Boğmuyor, göğüs kafesimi daraltmıyor, korkutmuyor da; nerede bulunduğun hissinden uzaklaştıramamış tamamen. Her zamanki gibi sis bu çünkü…
Sadece ve sadece bomboş bakan gözlerle izliyorum; yüreğimin sesini dinleyerek; bambaşka bir dünyayı anlatıyor sanki bambaşka bir başlangıcı… Sırlı bir perde karşımda, hapsedildim dar dehlizlere gene. Düşürdü beni gayya kuyusuna gene. Sırlı bir varoluş bekliyorum, yaşamın var olmasını; yeryüzünün yeniden dirilmesini; ölü ruhlarının yürümesini görmeyi… Uçan kuşların dirilmesini, gökyüzünde dolaşmasını; o derin mavilikleri, bulutları; bu sisin arkasına saklanan o güzelliğin tekrar geri gelmesini bekliyorum. Tekrar yağmurun yağmasını ve sisi toprağa zincirlemesini; yeryüzünü canlandırmasını var etmesini bekliyorum.
Bu doğa ne anlatmak istiyor? Yeryüzü hiçlikte, deniz hiçlikte, gökyüzü hiçlik içinde; balkondan ötesi tam bir hiçlik içinde… Bu doğa olayı bulunduğum ortamdan başka bir ortama koydu şuanda beni. İliklerime kadar bir ıssızlık, hiçlik içsesime kadar işledi. Ani üşüme. Yeni bir varoluş emaresi bu. Ve bizim de var oluşumuzun nedenini bulamadığım, yok oluşumuzu kabul edememenin nedenini bulma ümidi ile kendimi hırpalamam. Yolculuktu bu… Yeniden var olmanın yolculuğu… Yeni doğan bir bebeğin yolculuğu da böylemidir? Ayaklarım üşüyor. Yoksa ölüm mü bu? Ya da ölüm yolculuğuna çıkanın da geçirdiği an böyle midir? Ölümün neden olduğunu anlatmalı bana bu hava. Bu sis. Bu hiçlik…
Hiçliğin çığlığı sanki… Sonsuzluğun başlangıcı sanki… Puslu… Ürküten bir belanın aydınlığı sanki… Yusuf’u yutan balığın midesinde geçen anın hissettirdiği gibi mi? hiçliğin bir katmanı gibi… Belirsiz. Mesnetsiz. Çıkılmaz halin sonu teslimiyet. Bendeki bu mağrur hal varken verir mi sır bana. Yüreğimde bir boşluk. Isınamayan. Soğukluk. Garip bir his, garip bin bir duygular… Gücüm yok. Hiç ama hiç… Ardından yüreğime düşen benzersiz bir ağıt. Ve hüzün…Ve de kaybedilenleri anımsama…
Günbegün, anbean unutmak istiyorum unutamıyorum. Ölüm bir gerçek, gerçeklerden bir kaçış, aslında yazmak. Ölüme meydan okuma belki de…Ölümsüzlük. Hayal dünyasına çıkarak, yolculuğa çıkmak bir nevi… Bu hava birşeyler anlatıyor aslında ama ne? Konuşmak ya da susmak en iyisi belkide… Sessizliği dinlemek… Gün gelir bir gün o istediğin sırrı vermesini beklemek…
|