Bu işin şakası yok.
Son deprem felaketi gösterdi ki, bizim Anayasa'dan önce, yeni bir Deprem Anayasa'sına ihtiyacımız var.
Tarih boyunca sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış, dünyanın en önemli fay hatları üzerinde bulunan Anadolu yarımadası bir çok büyük depreme sahne oldu, oluyor, olmaya da devam edecek.
Her nedense bu konuda bir türlü Japon'ları kendimize örnek almayı beceremedik.
Orada 8,9 şiddetindeki depremlerin bile binalara zarar vermediğini görünce, ülkemizde sıradan bir zelzelenin can kaybına yol açması ister istemez “Uzak Asya”nın beşik gibi sallanan çekik gözlü medeniyetine gıpta ile bakmamıza neden oluyor.
Peki Japon'lar yaşanan bunca depreme karşın can kaybını en az seviyeye nasıl indirebilmişler?
Tabi ki zamanında bu depremlerde binlerce insanın ölmesiyle bedel ödeyerek.
Biz ne yapıyoruz?
Zemin etüdsüz, uygun teknolojiyle üretilmeyen binaların yeni kolonlarla güçlendirilmesini ve özellikle de kaçak yapıların önüne set çekilmesini dahi beceremeden çürük binalarda ilkokul müsamereleri gibi göstermelik deprem tatbikatlarıyla kendimizi avutmakla meşgulüz.
Her ne kadar 17 Ağustos 1999 Marmara depreminden sonra İmar ve İskan Mevzuatı’nda ağır şartlar getirildiyse de bir süre sonra işin özü gidip, şekli kaldı. Bu tarihten sonra o kadar çok imar affı çıktı ki anlamak mümkün değil. Aslında deprem değil, binalar insan öldürüyor. Ya da başka bir deyişle bu affı çıkaranlar.
Bulunduğunuz çevrede biraz dikkatli gözlemlerseniz bazı apartmanların çatı katlarında kolonlardan yukarıya doğru kır çiçekleri gibi uzayan inşaat demirlerine rastlarsınız.
Bu şu demektir;
Örneğin beş kattan fazlasına imar izni verilmeyen bina sahibi bir şekilde alacağı ruhsatla altıncı katı çıkacaktır, bunun için de oyunu pazarlayacağı yerel seçimler arefesini beklemektedir.
İnsanlarımızın bu kokuşmuşluğun bedelini daha ne kadar ödemesi gerekiyor? Bu ülkede halkın iradesi ile koltuk işgal eden insanların böylesine önemli bir konuda taviz vermemesi gerekmez mi? Şerefin, onurun ve haysiyetin tavizi olur mu?
Oluyor ki, Erciş'te, Marmara depreminden sonra imar edilen binaların % 85'i yıkılmış ve hırsız müteahhitleri kayıplara karışmış.
Ayrıca ülkemizde deprem sigortası bilincinin henüz rayına oturmaması da olayın başka bir boyutunu teşkil ediyor. Şöyle ki; Van il merkezinde yaklaşık 80 bin konutun sadece 7 bin 318'i sigorta poliçesine sahip bulunuyor. Geri kalan konut sahipleri de; “Sigorta mı? O da ne ki?” diyerek deprem sonrası Kızılay'ın çadırlarının peşine düşüyor.
6 Eylül 1975 tarihinde 2385 kişinin öldüğü 6,6 şiddetindeki Lice, 30 Ekim 1983 tarihinde 1155 kişinin öldüğü 6,9 şiddetindeki Erzurum depremlerini birebir yaşayan ve buna bağlı olarak 24 Kasım 1976 tarihinde 3840 kişinin öldüğü 7,2 şiddetindeki Çaldıran-Muradiye, 13 Mart 1992 tarihinde 653 kişinin öldüğü 6,8 şiddetindeki Erzincan ve 1 Ekim 1995 tarihinde 90 kişinin öldüğü 6,1 şiddetindeki Dinar depremlerinin yarattığı sarsıntıları bu merkezlere yakın yerlerde olmam hasebiyle bizzat hissetmiş bir depremzede olarak Erciş'teki insanların ruh hallerini çok iyi anlayabiliyorum.
Yeri gelmişken bahsetmeden geçemeyeceğim. 1975 yılında henüz çocukken tanıştığım ve 40 gün boyunca çadırda artçı sarsıntılarla sabahladığım Lice depremindeki şu olay halen hafızamdadır. İlk gün çadır gelmemişti. O gece sarsıntılar içerisinde yıldızları kendimize yorgan yaparak yatmıştık. Ertesi gün Kızılay çadırları geldi, fakat babam “bu çadırlarda evi yıkılanların kalması gerekir, oysa ki bizim lojmanda duvardaki çatlaklar haricinde bir şey yok, her şeyi devletten beklememek gerekir” demiş, Eylül ayını evimizdeki battaniyelerden kendi imkanlarıyla yaptırıp bahçeye kurdurduğu çadırda geçirmiştik. O zamanlar bugünkü gibi tam teçhizatlı sivil kurtarma ekipleri de bulunmadığından, söylentilere göre Lice'de deprem anında tıklım tıklım doluyken yıkılan onlarca kahvehane, içerisindeki yaralı ve cesetlerle birlikte toplu mezar gibi açılmadan kaderine terk edilmişti.
1983 yılındaki Erzurum depreminde ise sabah çadırdan çıktığımda üzerimize bir metre yüksekliğinde kar yağdığını görünce yaşadığımıza şükretmiştim.
Biz yine dönelim Van-Erciş depremine;
Kandilli Rasathanesi'nin Richter ölçeğine göre 6,6 moment büyüklüğünde açıkladığı, ancak California'daki Amerika Jeolojik Araştırmalar Merkezi'nin taa oralardan 7,2 şiddetinde olduğunu ajanslara geçmesi karşısında bizimkilerin de “ufak bir rakam hatası olmuş” diyerek doğruladıkları bu depremin, Erciş'in alüvyal zeminde yeraltı su seviyesinin yüksek olduğu bir bölgede bulunması ve fay hattındaki kırılmanın ardışık üç sarsıntıyla yaşanması yıkımın şiddetini arttıran en önemli etkendi.
Bakmayın siz özel bir haber kanalındaki spikerin “deprem her ne kadar Van’da da olsa hepimiz üzüldük” demesine.
Yine aynı kanalda canlı yayında kameralara takılan görüntü bu talihsiz söylemi gölgede bıraktı aslında. İstanbul'da kadının biri yardım toplandığını görünce orada üzerindeki montunu çıkartarak ilgililere teslim etti ve “alın bunu hemen Van'daki depremzede kardeşlerime götürün, üşümesinler, ben kendime bir tane daha alırım” dedi..
Bu mesajın yerine gittiğini umuyorum.
Fakat gelin görün ki Van belediye başkanı özellikle de çadırlar konusunda halen “yardımlar yetersiz” diyerek hükümeti suçlamaya devam ediyor.
Neymiş efendim, 80 bin konutun bulunduğu 400 bin nüfuslu Van'a niçin konut sayısı kadar çadır gönderilmemiş?
Erciş'e bir sözüm yok, fakat Van'da sadece 15 bina yıkıldı, 1000'e yakın bina orta hasarlı, diğer binalar ise sapasağlam ayakta duruyor. Bu durumda çadır dağıtımında öncelik elbetteki evi yıkılanlara ya da ağır hasarlı olanlara verildi.
Aslına bakarsanız devletimiz ilk defa doğal bir afette zamanla yarışarak ve hatta zamanın da önüne geçerek gerekli tedbirleri aldı. Düşünebiliyor musunuz, Kızılay depremin üzerinden 48 saat geçmeden 20 bin çadırı afet bölgesine ulaştırarak tarihinin en büyük sevkiyatını gerçekleştirdi. İlk anlarda görülen çadır sıkıntısının tek sebebi, depremzedelerin kendi evlerini ve yakın çevresini terk etmemek için çadırkentlere yerleşmek istememelerinden, ayrıca bu çadırları henüz kamyonların üzerindeyken talan etmelerinden kaynaklandı.
Bu arada unutmadan yurdun dört bir tarafından tamamen kendi imkanlarıyla koşarak gelen, gece gündüz demeden uykusuz bir şekilde enkaz altından canlı olarak kurtardıkları depremzedeleri alkışlar ve gözyaşları arasında bağırlarına basan, dolayısıyla bizleri de ekran gerisinde tarifi imkansız mutluluklara boğan sivil kurtarma ekiplerimize, sağlıkçılarımıza, Mehmetçiklerimize ve yardımsever insanlarımıza EFECE HABER GAZETESİ ailesi adına teşekkürlerimi gönderiyorum.
Her ne kadar Erciş depreminden sonra toplum olarak yine İstanbul’da beklenen depreme odaklanmış isek de Anadolu'nun bir çok bölgesinin yakın zamanda oluşabilecek büyük depremlere gebe olduğunu göz ardı etmemek lazım.
Deprem bilimci değilim ama tarihsel süreçlerine baktığımda Kaliforniya'daki fay hattının ikiz kardeşi olan Kuzey Anadolu fay hattı ve buna bağlı olarak diğer bağımsız fay hatlarında yeni kırılmalar meydana gelecek gibi görünüyor.
Bu bağlamda Suşehri, Ladik, Erbaa, Niksar, Gerede, Hendek, Mudurnu, Çivril, Gediz, Lice, Burdur, Varto, Abant, Alaşehir, İskenderun ve Hatay başta olmak üzerebir çok yerleşim noktasını hassas noktalar olarak gösterebilirim.
Sonuç olarak;
Yer kabuğunun ateş üzerindeki “Deprem” isimli ölümcül dansı beş milyar yıl daha devam edecek. Taa ki bu süre sonunda dünyamızın merkezindeki magma tabakası sönene dek.
Gerçekten de az kalmış, ne dersiniz |