.
Yıllarca ölümün sessiz ve masum bakışları altında yazdım! Odamın morg soğukluğu bana öyle sıcak geliyordu ki! Çalışma masamı her zaman tabut gibi gördüm! Beyaz kefenim bir ömür uzunluktaydı: yeterdi bana! Mürekkebimin bittiği yerde kanımı doldurdum dolma kalemime! Halk diliyle ‘dolma kalem”! Bu ülkeye, bu millete bir ömrü feda etmenin mutluluğunu yaşadım her zaman. Ne geçmişim vardı ne de geleceğim! Beni ilgilendiren her zaman ‘bugün’ oldu! Yarını hiç düşünmedim! Mal-mülk, şan-şöhret, makam-mevki ve huzurlu bir hayat gibi bir düşünce hiçbir zaman bende oluşmadı! Aynı şekilde umutsuzluk, karamsarlık, yorgunluk, bitkinlik, bıkkınlık da olmadı. Hem içimdeki güneş hem dışımdaki güneş aydınlatıyordu önümü! Güneşin doğuşuyla başlardı günüm, güneşin batışıyla da biterdi! İnançlarım, düşüncelerim, fikirlerim, hayallerim hep güneşin saçmış olduğu o muhteşem enerji ile beslenirdi! Güneş bana umuttu! Işıktı! Nasıl olsa enerjisi ve ışığı hiç bitmeyecekti! Geleceğime sansür koymadım! Aynı zamanda önümde hiçbir engel de tanımadım..!
Ölümün yanıp-sönen fosforlu ışıkları altında Azrail’le çok dans ettim! Beyaz kefenimi giyip Mevlana gibi çok döndüm! Tabutum beni taşıması gerekirken ben tabutumu çok taşıdım! Korku nedir hiç bilmedim. Ölüme düğüne gider gibi giderdim hep… Ellerim her zaman kınalıydı! Avuç içimi okuyabilir misiniz?! Kan kırmızı kınalar! Gül renginde! Bazen ölümü bazen aşkı çağrıştırırdı! Oysaki bizim aşkımız ölümdü! Ölüme öyle sevdalıydık ki, bu sevdamızı diğer aşıklar kıskanırdı! Ölümüne bir sevdaydı bu! Zulmün, haksızlığın ve umutsuzluğun olduğu her yerde bitiyorduk! Yani ortaya çıkıyorduk! Bitmek halk diliyle ‘orada olmaktı’! Bazen şimşek çakarak korku bulutlarını yok edip yağmura dönüştürüyorduk! Çorak bir toprağa dönüşmüş yürekleri bereketleniyorduk! Bu yüreklere hep umut ekmiştik! Ki şimdi yeşeriyordu! Yürekler bir bir filizleniyor ve meyvesini veriyordu. Meyvesi BARIŞTI..! Meyvesi İNSANCA YAYAMAKTI..!
Tarihe ters bakıp tüm çarpıkların üzerine ‘çarpı’ atıyordu: ÇİZİYORDUK! Damarlardaki kirli kanı temize çevirmek için kan arıyorduk! Sonunda lazım olan kanı buluyorduk! Bulduğumuz temiz kanları damarlara pompalıyorduk! Benliği yok edip BİZ diyorduk! Biz üzerinden iz takip edip çakalları, çıyanları, yılanları kovalarken ortaya çıkan tüm yalanların üzerine kezzap döküp yakıyorduk! Zifiri karanlıklarda yıldızlar gibi aydınlatıyorduk! Asıl gecenin şerrinden değil gündüzün şerrinden korunuyorduk! Korunaklarımızın kazıkları öteye çakılmıştı! Dünya gücüyle bu kazıkları sökmek çok zordu. Bu kazıkların adına ‘iman’ diyorduk! Bu imanı korumak için de çelikleşmiş ilke ve kurallarımız vardı! Hayatımızın önündeki tüm şeytanı mayınları bir bir patlatarak yol açıyorduk insanlara! İnsan olanlara..! Mayınlara takılıp düşenler ve paramparça olanlar aslında bu yoldan gelmek istemeyenlerdi! Zaten onların son şanslarıydı! Onlara dönüp bakmıyorduk bile! Fakat yine de üzülüyorduk! Ne de olsa candı! Ama canlarını şeytana satmanın bedelini çok pahalı ödüyorlardı..!
Uçsuz-bucaksız dağların yamaçlarında biraz nefes alıp dinlenmek için mağaralar arıyorduk bazen! Mağaralar bize hep morgu hatırlatıyordu. Bu mağaralarda bir sürelikte olsa soluklanırken kalemimizi çıkartıyor, sırtımızda taşıdığımız kefenin bir ucunu seriyorduk tabutumuz üzerine ve yazıyorduk..! Yazarak önce içimize ışık oluyor sonra da yazdıklarımızı yayınlayarak dışımızı aydınlatıyorduk! Düşlerimiz, düşüncelerimiz, hayallerimiz, rüyalarımız ve tüm umutlarımız harf harf dizilip cümle oluyordu! Cümleler yan yana geldikçe paragraflara dönüşüyor ve derinlemesine anlam içeriyordu. Bedenin ruha, ruhun bedene kavuştuğu gibi bazen şiir, bazen anı, bazen deneme, bazen öykü, bazen roman oluyordu. Yolculuklar çektiğimiz tüm sıkıntılar, dertler ve çileler ise heykelleşiyordu! Demek ki farkında olmadan heykeltıraş yönümüz de varmış! Sanat ve edebiyat ruhumuzun gıdasıydı! Düşünce ve fikirlerimiz sanat ve edebiyatla somut hale dönüştüğünü gördükçe moral buluyorduk. Yolculuğumuz devam ettirirken geçtiğimiz çöllere güzel resimler çiziyorduk. Aynı resimleri kumsallarda da yapıyorduk. Maalesef rüzgârla ve dalgalarla bu resimlerin silineceğinin farkında olduğumuz için resimlerimizi dağ yamaçlarındaki sert topraklara, dağların zirvesindeki kayalıklara yapıyorduk. Gökyüzüne gerek yoktu! Bulutlar zaten kendi ahenklerinde rüzgarın eşliğinde harika tablolar gibiydi. Bu tabloların gölgesinde serinleniyorduk! Tüm gökyüzü tuval gibi! Gökyüzünü rahatsız etmiyorduk! Sanatta bizim ilham kaynağımız Tanrı idi! Yaratandı! Yaratan ne de güzel yaratmıştı kâinatı! Sadece dünya bile başlı-başına bir sanat harikası! Hangi heykeltıraşımız, hangi ressamımız Tanrının yapmış olduğu sanat eseriyle boy ölçüşebilirdi ki(?)! Ama hepimiz tanrının bir parçası olduğumuz için, elbet ki ondan ilham alarak yapıyorduk heykellerimizi ve resimlerimizi..
Yaşamak YAZMIKTI bizim için. Yazmak YAŞAMAKTI..! Doğum ve ölüm arasındaki kırmızı çizgi üzerinde geçen hayatımızı daha güzel yapmak için zaten hep YAZIYORDUK. Fakat diğer insanlardan elbet ki çok farkımız vardı. Belki de Tanrının standart ölçüleri içine çıktığımızın farkındaydık. Fakat asi, yani isyankâr değildik. Çünkü Tanrıya ulaşmak, ona kavuşmak ve onunla olmak için zaten standart insani sınırlar dışına çıktığımız için rahattık. Tanrı görüyordu bizi! Biz de tanrıyı..! O yüzden tüm yaşamımız ölü gibiydi! Yani ölmüş insandan farkımız yoktu! Ölü derken pasif, pısırık, bitmiş, tükenmiş anlamında değil! Ölüm çizgisini geçip sınırötesi hareket ve çılgınlık anlamında..! İşte bunun için hayatımızın mezarlıktan hiçbir farkı yoktu! Hayatım mezarlık, odam morg, masam tabut, kağıdım kefen..! Yazıyorum işte..! Yazmak bizim için nefes alıp-vermek gibiydi! Yazdıkça oksijen alıp-veriyorduk! Yazdıkça direniyorduk içimizdeki ve dışımızdaki zulme! Yazdıkça devriliyordu içimizdeki ve dışımızdaki putlar!
Yazmak YAŞAMAKTI..!
|