“Nerede o eski Bayramlar?..” nostaljisine takılacak yaşlara geldiğimizden midir?.. Yoksa “Bayram bizim neyimize?..” durumunda yaşatılmışlığımıza olan isyankarlığımızdan mıdır?.. Artık, bu yazıyı okuduktan sonra siz karar verin isterseniz…
Bayramın ilk gününden son gününe kadar önce aklıma düşüp, sonrasında dilime dolanan şu türküyü, bir türlü mırıldanmadan edemez oldum. Nazım Usta’nın şiirinden Zülfü Livaneli’nin bestelediği türküden bahsediyorum; “Sevda ne yana düşer Usta?.. / Sıla ne yana?.. / Hasret hep bana mı düşer?.. / Bana mı düşer Usta?..”
Caddeden geçen bir Zıpır’ın, sabahın köründe araba ekzozunu bağırtarak geçmesiyle uyanıyorum bir gün…
Dilimde aynı sözlerin mırıltısı: “Sevda ne yana düşer Usta?.. / Sıla ne yana?..”…
Bahçeye çıkıp bir sigara tüttürüyorum; aynı dizeler dilimde yine: “Sevda ne yana düşer Usta?..”…
Bahçede çiçeklere göz gezdirirken, gözlerim adeta volta atan deneyimli bir mahkûm edasıyla dolaşan alacakarganın kayıtsızlığına hayret ederken, yine aynı sözleri mırıldadığımın farkına varıyorum; “Sevda ne yana düşer…”…
İçimde bir bunalmışlık duygusu var; belli…
Oysa Nazım Ustanın tüm şiirlerini çok severim. Livaneli’nin sesinden bu türkü bir başka güzeldir de içimdeki bu kasvet niye?..
Üzerimi giyinip, Ankara’nın beton yığınları arasına atıyorum kendimi. Sokaklarda dolaşırken bir başka can sıkıcı duyguya kapılıyorum bu kez de. Sanki sokaklarda yürümüyorum da, her türlü atıklarla kirletilmiş bir gölde yüzmeye çabalar gibi hissediyorum kendimi…
Bu duygu halim biraz benim “Mahallenin Delisi” kişiliğimden kaynaklanıyorsa da biraz da Ankara’nın kentsel yapısının bende yarattığı bir şey sanki…
Eve dönüyorum…
Hayır hayır!.. Bu bir eve dönüş değil; eve kapanış…
Evden içeri girer girmez televizyonu açıyorum. Haber kanallarına göz gezdiriyorum…
“Hakkari’de İçişleri Bakanı’na yapılan saldırı …”
Geçiyorum başka bir kanala; “Milletvekilleriyle, silahlı teröristler birbirlerine sarılıp …”
Bir başkasına geçmemle televizyonu kapatmam bir oluyor. İçim daralıyor iyiden iyiye…
Bilgisayarı açmak en iyisi olacak galiba, diye düşünüyorum. Önce başka bir olumsuzluğa daha mı yaklaşıyorum düşüncesi dolaşıyor beynimin her hücresinde; sonra gerçek buysa kaçış olanaksız diyorum. Açıyorum bilgisayarı ve gazeteler de haber kanallarından farksız…
Sosyal medyada dolaşıyorum biraz da. Rastladığım bazı dostlarla merhabalaşıp kısacık Bayram söyleşileri yapıyoruz. Herkesin ses tonunda bir tatsız-tuzsuzluk halini hissedebiliyorum. Oradan da ayrılıyorum hemen…
Tekrar televizyonun başına oturuyorum. Bir süre açmadan seyrediyorum ekranı. Teknolojik yoksulluk ve yoksunlukla geçen gençlik yıllarımı anımsıyorum o anlarda. Daha mı mutluyduk o şartlarda ne bileyim?.. Ama daha sağlıklı olduğumuz kesin; buna inanıyorum…
Hayaller kurardık ve kurduğumuz hayallerin peşinde koşardık. Koştuğumuz yollar, gerçek hayatın içinden geçen yollardı hep…
Ya şimdi?..
“Sanal Dünya” dedikleri aslında bir “Yalan Dünya”…
Haberleri izliyorum yeniden ister istemez…
Yine, şehit haberleriyle başlıyor okumaya sunucu. Ardından, sahillerde yaşanan magazin haberleri bol miktarda…
Bir siyasimizin ülke ekonomisinin iyiye gittiğine dair bir yorumu verilmekte ve beynimde bambaşka bir ses, dilimde değişen mırıltılar: “Bayram sizden yana düştü Usta; acılar bizden yana…”
Efece Haber Gazetesi / 20 Ağustos 2012 Pazartesi – Süleyman Duman
|