Kalktığımda yatağımdan, gözüme ilişen gün ışığı içimde bir değişiklik yaratmıyor artık. Sabahın ilk serin havasını doldurduğumda ciğerlerime, güldüğünü söylemiyor hiç kimse gözbebeklerimin. Ne kahvaltı yaptığımı kaydediyor aptal beynim, yapmışsamda ne de neler yediğime dair bir iz var, bir köşesinde... Caddeler boyu avereliklerimde işittiğim ne bir müzik sesi var kulaklarımda, ne de sevimli garsonlaarın muzipliklerinin tanığıyım...
Telefonum çalıyor arada sırada. Ona da tembellik ettiğim çok oluyor...
Islık çalardım çocukluğumda; hem seksek yürüyerek yol alıken bağyolunda, hem de kuş uçsa kaçırmazdı gözlerim, etrafta...
Yaşamın gerçekleriyle köprüleri atalı, çok olmuşum anlaşılan...
Ya da yaşadıklarımın başka bir anlamı var...
Öyle ki; ben bir yakadan bakıyorum yaşama, yaşam bir başka yakadan bana bakıyor. Ne benim ona ulaşabilme umudum kalmış, ne de onun bana gelmesi mümkün...
Hayır... Hayır...
Bir sele kapılmışım da açık denizlere doğru sürüklenmekteyim; tüm tutunacak dallarım arkamda ve de uzağımda kalmış duygusu, esir almış tüm benliğimi...
Bu da değil...
Bu da değil...
İçimde devasa bir boşluk var gibi. Kimi zaman zamansız yarasaların uçuştuğunu zannediyorum, kimi zaman uzun uzadıya çınlamalarını ıssızlığın...
Hiç biri, hiç biri değil...
Duygularımın gözleri körelmiş artık; kulakları sağır yaşama karşı...
Zaman, yaşın kemale erdiği zamandır belki de; ya da hayal kurma zamanıdır, kimbilir?..
*
Saat bu saat, zaman bu zamandır işte...
*
Duygularım, kara-kuru, çelimsiz ayakkabı boyacısı çoğun fırçalarıyla boya sandığında tutturduğu ritimle buluşuyor birden...
Hafiften bir esinti başlıyor içimdeki devasa boşlukta. Zaman ilerledikçe hız kazanıyor o esinti; fırtınaya dönüşmeye yüz tutuyor. Boyacı çocuğun ellerine sığınıyorum...
Kaç kişi ayak bastı boya sandığının üstüne; kaç kişiye gülümsedi çocuk?..
Bilmiyorum...
Duyumsadığım ve yaşadığım, boyacı çocuğun yüzündeki umut dolu bir yaşamdıyalnızca. Kesilmiş bir ağaç kökünden fışkıran, bir sürgün inatçılığıyla haykıran...
Ayakta, heykel gibi durduğumun farkına varıyorum...
Yüzüme hafiften bir gülümseme sızmaya başlıyor, aheste aheste; ağız kenarlarımdan kulaklarıma doğru. Bir türkü tutturuyorum, mırıldanarak... Nazım Hikmet'ten; ilk Ozanımız Sadık Gürbüz'den dinlediğim:
“Burda yeşil biber acı mı acı,
Acımı acı, burda türküler.
Bana da böylesi türküler gerek,
Yandıtutuştu, tutuştu yürek.”
Yine de içimdeki boşluğun dolmadığını hissediyorum. Neşe ve kasvetle karışık duygular zorluyor tüm organlarımı. Gözlerim birşeyler aramada hala; tarıyor gelmişini, geçmişini şu dünyanın...
Bir ateş çiçeğinde, seni görüyorum; seni...
Sensizliğinde ölüyorum...
Efece Haber Gazetesi / 04 Kasım 2013 Pazartesi – Süleyman Duman
|