İçim kasvetli; dağıtma niyetindeyim. Yağmur geçişlerinin yaşandığı Ankara bulvarlarını adımlıyorum. Gökyüzünü esir almış karabulutlarla, içimdeki kasvetin işbirliğine esir düşeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi...
Ama esir düştüm; ne çare...
"Ol hikayat" şöyle başladı...
Yağmur tıpırtıları uykuma davetsiz usul usul girmeye çabalarken, duygularımı da günlük hayata girme gayretinde buldum kendimi sabah sabah. Önce sağa, sonra da sola dönüp kasveti kovalama çabalarım da sonuç vermedi...
Göz kapaklarımın ağırlığında, "Tembellik Melekleri"min eşliğinde elimi yüzümü yıkayıp uyandım, bugünkü hayatıma...
İsteksiz ve iştahsız, alel-usul yaptığım kahvaltının ardından sokağa çıktım. Dört bir yana amaçsız bakındıktan sonra, karıştım Ankara'nın kalabalığına...
Zaman zaman hızlanan çiseltinin omuzlarımda hissettirdiği ağırlık... Ara ara da görünen güneşin ısı ve aydınlığında, nefes alışlarımın rahatladığını duyumsuyordum. Adım atışlarımdaki farkındalığımı, çevremdeki sosyal hareketliliğe duyarlılığım izledi...
Ankaray İstasyonu merdivenlerinden omzuna astığı boya sandığıyla çıkan Boyacı çocuğu gördüm ilk. Pastane önünde, elleri koynundayken bir elinde sigarası nefeslenen Garson Kız'ı da daha sonra. Müşterisi olduğum Kuaför'ün uzaktan selamını almanın esintisi rahatlattı içimi azıcık. Benzin istasyonuna yanaşmış bir minibüs şoförünün, hızla çarptığı kapı sesiyle o yöne bakmak zorunda kaldım; suratı asıktı ve pompa görevlisini dövecekmiş gibi bir hali vardı. Tedirgin etmişdi beni...
Adımlarımı hızlandırdım hemen; oradan uzaklaştım...
Yağmur dinmişti...
Yeniden, avare adımlara bıraktım kendimi...
Karşımdan üç kişi geliyordu. Birisi başı sarıklı orta yaşı devirmiş bir adam, diğeri iki kaşı arasında mavi renkte dövmesi olan, burnu hızmalı bir kadın; yaşını kestiremediğim... Üçüncüsü ise 13 ya da 15 yaşlarında bir erkek çocuğu...
Arapça konuşmalarından Suriyeli olduklarına hükmettim...
Kadın, adamın arkasındaydı ve elinde bir çantayla yürüyen erkek çocukla konuşuyordu. Adamın yürüyüşü, etrafa bakınışı ve yüz ifadesinden yürüdüğünü değil, freni boşalmış bir arabanın ağır ağır gittiği algısına kapıldım...
Bir 50 metre daha ilerlemiş miydim? Bilemiyorum...
Ankaray istasyon duvarına sırtını vermiş, yerde çömelen bir çift. Yaşları hakkında bir öngörüde bulunmak zor. "Yirmili yaşlarda..." da diyebilirsiniz; "Ellili yaşlarda da..." Perişan halleri ve elinde bir simit parçasıyla anlamsız ve boş bakışlı kadının yana sarkan başörtüsü, umutsuzluğa düşmüşlüğün ipucu gibi sanki. Günlerdir su görmedikleri belli...
Az ileride yine gencecik bir Suriyeli kadın. Kucağında henüz ayakta duramayacak kadar küçük bir çocuk, önünde "Suriyeliyim..." diye başlayan poşet içinde bir yazı; dilenmekte. Hemen yanıbaşında saçları keçeye dönmüş, 6-7 yaşlarında bir kız çocuğu; sağ elinin işaret parmağı ağzında, sol eliyle üstüne oturmaya çalıştığı kartonu düzeltmekle meşgul. Başı yana düşmüş, kucağında çocuğu ile öne arkaya sallanmakta olan kadına omuz dayamaya çalışması; küçük kızın "hayata tutunma çabası" diye düşündürdü o an...
Son günlerde Ankara'da, adım başı ser sefil Suriyelilere rastlanıyor. Her Suriyeli gördüğümde aklımdan geçenler, içimi yakıyor. Ankara bulvarlarında bir Suriyeli olmak; "ölüme kafa tutmaktan korkmanın bedeli"dir. Umudu kuma gömmüşlüğün, "umutsuzluğun hazin tablosu"dur belki de. Her halükarda; "vatansızlığın", "yurdunu arayan insanların naçarlığı"dır, "feryadı"dır...
"Beddua"dır, sebep olanlara; "ders"tir; vicdan sahibi insan olup, anlayanlara...
Efece Haber Gazetesi / 10 Şubat 2014 Pazartesi - Süleyman Duman
|