İnsanın aklına olmadık şeyler geliyor. Bu sebeple, çoğu zaman kendi kendine; "Acaba ben deliriyor muyum?.." diye soranların sayısı az değildir diye düşündüğüm de çok olmuştur. Belki de, yalnız olmadığım konusunda kendimi kandırıyorumdur...
Ege çocuğuyum; malum. Bu akşam anılar depreşti kafamda; anlatmalıyım...
Yaz başlarında "Bağa göçme" geleneği vardı eski yıllarda. Bu, Egeli Köylülerin içinde yaşadığı koşulların dayatmasının bir sonucuydu aslında. O yıllarda bir "gelenek"di; yaz aylarının "olmazsa olmaz"ıydı herhalde?..
Şimdilerde düşündüğümde; bu "gelenek" dediğimiz şeyin bir anlamı, bir değeri yokmuş gibi de bir yargıya götürüyor insanı. "Bir anlamı, bir değeri olsaydı yok olup gitmezdi" diye düşündüğüm oldu yıllar önceleri. Bu doğru değildi elbette. Gelenekler, her ne sebepten kaynaklanmış olursa olsunlar, bir anlam derinliği ve değer yüklenegelirler zamanın akışı içinde insanların beyinlerinde. Bu kuşaktan kuşağa aktarılır; zamanla kutsiyet mertebesine yükseltilenlerine bile bolca rastlanır...
Oysa şimdiler o "Bağa göçme" olayı yaşanmıyor artık; yok olmuş durumda... Lafı uzattım belki ama her açıdan aklımdan geçenleri aktaramazsam da beyin kaşıntım geçmeyecek çünkü...
Önce o "gelenek" ki; toplu yerleşim alanı köy evlerinden, havaların ısınmasıyla birlikte bağ ya da bahçe-bostan ekili-diki tarlada yaşamaya başlamaktan ibarettir. Ya derme çatma bir bağevi yapılmıştır tarlanın bir yerine, hali vakti yerinde olanlarca; ya da yakasındaki bitle kardeş olmuş yokluk ve yoksulluktan kurtulamamışlar için, üç veya dört yanından yeller esen bir çardak işte. Gündüzleri kavurucu yaz sıcağından korunmaktır bir amacı; diğer amacıysa yağmurlu zamanlarda yatak-yorganı ıslatmamak...
Gün boyu acı terler döken yetişkinlerin akşam dönüş noktaları olan bu bağevleri ya da çardaklar, gündüz çocukların oyun merkezleriydiler. Böylesine basit bir yaşam... Geceleri genellikle açık alana serilirdi yataklar...
Uyku, hafiften göz kapaklarımı zorlamaya başlayıp, kapatmaya çalışırken; ateş böceklerinin korosu eşliğindeki müzik ziyafetinin kulaklarımı doldurduğunu anımsıyorum... Gündüzün çam kabuğundan yaptığım araba oyuncağımla oynarken, yarım kalan oyunumu ertesi günü tamamlama planlarım, yukarıda asılı yıldızlara bakıp, gökyüzünün sonunu anlamaya çabalayan hayalime karışır; "bir türlü uyku tutmaz"lığımla boğuşurken, sabah uyanmakta zorlandığım derin bilinmezlikte kaybolur giderdi...
Arada bir köpeklerin bağa-bostana giren tavşan ya da tilkileri "müzevirleme"siyle olası zararı önlemek için büyüklerimizin "Hay hay!.."larına uyandığımız da olmuyor değildi. Hayvanlara canavarların(kurtların), üzüm ve mısırlara domuzların saldırısı da olurdu seyrek de olsa. Öylesi zamanlarda o mevkiideki tüm bağ göçerlerinin ayaklanması söz konusuydu ki; biz çocuklar için tam bir şenliğe dönerdi öylesi geceler. Neşe ile korku karışımı garip bir duyguyla dolardı içimiz... Anlaşılacağı üzere, aile ekonomisi ile sınırlı bir yaşam biçimi içinde, küçücük bir dünyanın insancıklarıydık özetle...
O zamanlar daha mı mutluyduk derseniz? Bunun yanıtını veremiyorsam da şimdilerde, şunu kesinlikle söyleyebilirim ki; insanlar kendileriyle ve doğayla daha barışıktılar... Radyoların tek tük köylerde çoğalmaya başladığı yıllardı. Öğle ve akşam saatlerinde "Ajanslar"ın, tütün dizerken ağaç gölgesinde "Sofya Radyosu'nda Aşık Mahsuni"nin can kulağıyla dinlendiği yıllar...
"Vicdan", duvarda asılı Kuran gibi yüreklerde "hıfsedilir"di. Sevinçler katıksızdı; hüzünler yanık kokardı. Gözyaşlarına direnen yürek bulamazdınız. Öfkeler af bilmez; sevdalara can dayanmaz, ömür yetmezdi...
Ya şimdi?.. Düşündükçe... Çok şey değişti; çok...
Efece Haber Gazetesi / 18 Kasım 2013 Pazartesi - Süleyman Duman
|