Boğalar güreşmesin ki; yenilenin arka bacağına yakın karın bölgesinde yenenin boynuzunun açtığı yaralanmalar olmasın istiyordum. Güreş sonunda birbirine sarılan pehlivanları anlamakta da zorlanır, birbirinin dizlerinde oluşan sıyrıkların sarılmasında yardımlaşmaları da, o çocuk aklımı karmakarışık ederdi. Güreşin, "kavga etmek" olduğunu sandığımdan; "Ne tez de barışıyorlar..." diye düşünür; bir yandan sevinir, diğer yandan da şaşarırdım...
Boğalar ve pehlivanlar güreşmesinler diye ağlar, oralardan uzaklaşmaya zorlardım, rahmetli Anamı. O da kolayını bulmuştu. Hemen ayaklarından felçli, el makinesi ile terzilik yapan (ki; O da rahmetli olmuş yıllar öncesinde) Veli Amca'mın yanına götürürdü hemen. Çünkü yemekten çok hoşlandığım, haşhaş ezmesi ile pekmez 'karması' eksik olmazdı Amcam'da. Haşhaş karmasını banıçlarken yenimden dirseğime akıta akıta, ne aklımda güreş kalırdı ne de başka bir korku. Ah!.. Bir de Veli Amcam'ın kepçe kulaklarım için takılması olmasaydı; yaşam ne dertsiz, tasasız geçecekti...
Sonra "Büyüdün sen artık; herif oldun..." gibi laflar etmeye başladılar. Hatta bir pazar dönüşü Babam'ın sekiz köşeli şapka aldığını biliyorum. Kafama uyup uymadığını sınadılar; karşıdan, yandan bakarak, yakışıp yakışmadığını konuştular. Şapkayı giydikten sonra ben de "Herif" olduğuma inanmıştım. Çobanlık yapabileceğime bile özgüvenim vardı artık. İlk denememde bağı, bostanı harap edince hayvanlar, salya sümük ağlarken ben; suçun hayvanlarda olduğunu söyleyerek susturmuşlardı sanırım...
Sonraları hayvanlarla anlaşmayı öğrendim. Söz dinlemeye başlamışlardı nasıl olduysa...
Derken, bokböceklerinin azim ve direncini gözlemledim kırlarda. Bir arının kızdığında, nasıl kahramanca gözümden şişleyivermesinden çok şey öğrendim. Karabulutların boygösterip tepelerin ardından, gökyüzünün homurdanmasının, yağmur alameti olduğunu da. Ve daha ne çok şeyler...
Büyüdükçe öğreniyordum; öğrendikçe de büyüdüğüme inanıyordum. Fakat, "Herif" olmadığımı daha net anlamaya ve benimle dalga geçildiğinin acısını hissediyordum giderek...
Derken; okula başlama çağına gelmiştim. Okula gitmek duygusu, ciğerlerime çektiğim nefesi şişiriyordu. Kitapların, hele yepyeni kitapların kokusuna bayılıyordum. Çok kitaplarım olsun istiyordum, çok...
İlk iki yılımızda öğretmenimiz, bir Eğitmen'di; Osman Karataş. Ne kadar çok şey biliyordu. Bizimle, sayı oyunları oynadığının yıllar sonra farkına varabilmiştim. Üçüncü sınıftaysa; "Erzurum'dan bir Öğretmen gelmiş" dediler. Adı; Hasan Cilo... Dördüncü ve beşinci sınıflarla aynı derslikteydik. Yağmurun nasıl yağdığından, Güneş ve Ay'ın tutulmasına varana kadar herşeyi biliyordu. Hele ağabey ve ablalarımıza anlattığı Tarih derslerini, ağzı açık dinliyordum. Öğretmenlerin herşeyi bildiğine inanmıştım da bir tek "Akıllarında nasıl tutuyorlardı bu kadar şeyi?.." Buna bir türlü akıl sır erdiremiyordum. Çok okumakla olabileceğine inandırdım kendimi en sonunda...
Dördüncü ve beşinci sınıfta öğretmenimiz Murat Korkmaz'dı. Sürekli gülen yüzü, bir şeylerle uğraşan davranışları kazınmış hafızama. Sadece derslerimizle ilgilenmez, oyun da oynardı bizimle. Okul dışında köylülerle sohbetlerine tanık olurduk. Köyün gençleriyle voleybol oyunları oynar, daha çok da izler; hır gür çıktığında ara bulurdu. Akşam oturmalarında, derslerde konuşmadığı konularda da söyledikleriyle yön verirdi köylülerimize...
Karar vermiştim; "Bütün öğretmenlerden de çok şey biliyordu bizim öğretmenimiz. Ben de okuyacağım ve O'nun kadar bilgi sahibi olacağım..."
İlkokul bitti; Öğretmenim Murat Korkmaz da köyden ayrılacaktı. Gün geldi çattı. Bir yandan köylülerle vedalaşırken her vedadan sonra ellerin gözyaşlarını silmeye kalktığını görüyordum. Köy çıkışı da epeyce geride kalmıştı. Kimse kalabalıktan kopmuyor, Öğretmenim Murat Korkmaz'ı yalnız bırakmıyorlardı...
Bunları neden anlattım?..
23 Kasım 2013 Cumartesi günü, Tandoğan'dan Kızılay'a gazlı, tazyikli sulu öğretmenlere reva görülen müdahaleleri izledikçe; anılarım canlandı ve utandım...
Öğretmenler Gününüz kutlu olsun Öğretmenim! Öğretmenlerim!
Efece Haber Gazetesi / 25 Kasım 2013 Pazartesi - Süleyman Duman