Gençtik. Düşlerimiz vardı toz pembe; umutlarımız vardı sonsuzluğa uzanan. Her yeni birşeyler öğrendiğimizde küçülüyordu dünya hafsalamızda. “Üfff!..” desek, fırtana koparabileceğiz ummanlarda, “Yuhhh!..” desek yıkacağız haramilerin tüm saraylarını...
Anlarsınız; özgüvenimizin zirve yaptığı yıllardı o yıllar...
Yıllar geçtikçe anlıyor insan; ne umut ve hayaller bitiyor, ne varılmak istenen menzil. Ne ki; gençken astronomik ölçülerde boyutlu, zaman ilerledikçe kısalıyor ölçüler...
Bizden yaşlılar vardı önümüzde, ikide birde bizi uyaran. Kulaklarımız mı işitmezdi onları, yoksa biz mi dinlemezdik söylediklerini? Farkında değildik o zamanlar..
Akar giderdi zaman...
Gençtik...
En tehlikeli oyunların neferleriydik her daim...
Aile büyüklerimizi ağır yaşam şartlarından kurtarmak da bize düşerdi; dede, nine ve komşu amca ve teyzelerimizin pazar filesini (o zamanlar pazar çantası yerine kullanılırdı) taşımak da...
Üstelik; mutluluğumuzun kaynağı, yaşam sevincimizin dinamosuydular...
Komşunun kaybolan kedisini (köyde ise ineğini) bulmaktan, kesinti yüzünden mahallenin susuzluk sorununu gidermeye varana kadar gönüllü kamu görevlileriydik velhasıl... Boş zamanlarımız (!) da olurdu sık sık. Okula gider, oyun oynar, kavga da ederdik kafa göz yarmacasına boş zamanlarımızda... Haliyle, “mahallenin namusu” da bizden sorulurdu elbette... Hele, büyüdüğümüzü, bilgili ve deneyimli, olgun insanlar olduğumuzu göstermenin kanıtı tartışmalarımız vardı ya?.. Sabahtan başlamışsak gece yarılarını bulurdu bitmesi, akşam başlamışsak da sabahı sersem sepelek karşılardık; bir büyüğümüz “Yeter artık!..” diyerek bize çıkışana kadar...
Kazanımlarımız da olurdu kendimizce; kaybettiklerimiz de ama kayıplarımızın ateşi pişiriyordu yüreklerimizi. Bunu iyi belledik...
Ozan Orhan Veli’nin dediği gibi, “Ciğercinin” değil, “Sokak Kedisi”nden farkımız yoktu hayatın içinde. Çocukken oyuncaklarımızı nasıl kendimiz yapmışsak, gençliğimizde de geleceğe uzanan yolumuzu kendimiz açacaktık...
Olmadı, oldurmadılar...
Rahat durmazdık, yaramazdık ve hatta büyüklerimize göre “uslanmazdık” tamam da; “ölümlerden ölüm beğen”dirilecek birşey yaptığımıza da hiç inanmadık. Hala da inanmıyoruz...
İnat olsun diye de değil ha...
Ortayaş çağımızda, kalıba çekmeye uğraştılar bizi. “Akıllı”landıramadılar (!) belki ama hatırı sayılır kısmımızı birer “Mahallenin Delisi”ne dönüştürmeyi başardılar galiba...
Şimdilerde yaşlılığa adım atmışız. Günümüz gençlerinin “Amca”sı, “Teyzesi”yiz artık... Düş aynı düş, umut da aynı umut ama zaman farklı, koşullar farklı, yaşamlar farklı a gençler. Öğüt dinlemeyi sevmezdik, o sebeple dinlemdik de zaten; iyi de etmişiz hani laf aramızda... Dinleyenleri de görüyoruz işte...
Öğüdümüz yok size; siz daha iyisini bilecek ve başaracak yaştasınız, güçtesiniz...
İşte heybemizdeki sağlam kalan ne varsa ya da kırık dökük yaşamlar bizden kalan... “Azı çoğa, acıyı bala” sayarsanız sizindir. İşinize yarar mı meçhul ama...
Bir de hafızalarımızda kalan Ozan Ahmet Arif’ten bir kaç mısra:
"Gör, nasıl yeniden yaratılırım, Namuslu, genç ellerinle. Kızlarım, Oğullarım var gelecekte, Herbiri vazgeçilmez cihan parçası. Kaç bin yıllık hasretimin koncası, Gözlerinden, Gözlerinden öperim, Bir umudum sende, Anlıyor musun?"
Gözlerinizden öpüyoruz gençler!..
Efece Haber Gazetesi / 21 Nisan 2014 Pazartesi - Süleyman Duman
|