(Yukarıdaki paragraf, tarihin en büyük deniz kazası Titanic faciasından 14 sene önce Amerikalı yazar Morgan Andrew Robertson tarafından kaleme alınmış “Titan” isimli romandan bir bölümdü.)
Anglo-Sakson emperyalizm savunucusu İngiliz yazar Rudyard Kipling'e duyduğu hayranlık nedeniyle kendisi de yazarlığa soyunan Morgan Andrew Robertson 1898 yılında “Boşyere-Titan Kazası” isimli ilginç bir çalışmaya imza atar. Romanda, Yunan mitolojisinde dünyayı yönettiklerine inanılan büyük tanrılara verilen “Titan” isminde dev bir yolcu gemisi vardır, hem de hiç batmayacağına inanılan bir gemi, tıpkı “Titanic” gibi.
Romanı ilginç kılan özellik ise, Robertson’un duyular dışı sezgi yoluyla doğrudan geleceği bilme yetisini kullanarak hikayesindeki geminin fiziksel özelliklerini, demir aldığı limanı, yolcu sayısını, kaza mahalli ile oluş şeklini daha Titanic kızağa konulmadan çok önce hissederek anlatmasıdır. Gerçekten de kitabın yayımlanmasından 14 yıl sonra, sanki zaman geri alınmış gibi dönemin en lüks ve büyük yolcu gemisi Titanic, Robertson'un yazdığı hikayenin batış sahnesindeki Titan’ın akibetini birebir yaşayacaktır.
Gerek yazdığı Titan ve gerekse diğer romanları pek ilgi çekmeyen Robertson, sıradan bir yazar olarak 1915 yılında ölür. Titan da unutulur gider. Hiç kimse de bu kehanetin farkına varamaz. Ta ki, 1980'li yıllarda Titanic hakkında geniş kapsamlı araştırmalara başlandığında söz konusu kitap tesadüfen tekrar ortaya çıkıncaya kadar.
Araştırmacılar, Titan ile Titanic'in fiziksel özelliklerinin yanı sıra, her iki facianın birbiriyle neredeyse örtüşen benzerlikleri karşısında hayrete düşerler. Nasıl düşmesinler ki! İşte bu özelliklerden bazıları;
Hikayedeki Titan, İngiltere'nin Southampton limanından New York'a gitmek üzere ilk seferine çıkmıştı; Titanic’de 14 yıl sonra ilk seferine bu limandan başlayıp aynı hedefe yönlenecekti.
Titan'ın boyu 248 metre, ağırlığı 50.000 ton; Titanic'in boyu 269 metre, ağırlığı 46.000 tondu.
Üçer pervanesi bulunan, 3000'er kişilik kapasiteye sahip iki gemi de 2223’er yolcuyla ilk seferlerine çıkmışlardı.
Gemilerde yeterli sayıda cankurtaran filikası yoktu. Titan'da 22, Titanic'de 20 filika bulunuyordu.
Hem Titan, hem de Titanic Kuzey Atlantik'te New Foundland yakınlarında buzdağına çarpmıştı.
“Tanrı bile batıramaz” denilen her iki transatlantiğin su yüzeyindeki son anlarında gemideki müzisyenler, insanların çaresizliği karşısında “Nearer, My God, Thee” (Tanrıya Daha Yakın) isimli aynı ilahiyi çalıp O'nu yardıma çağırmışlardı.
Her iki gemide de yeterince can yeleği vardı. Bu yüzden yolcuların büyük bölümü boğularak değil, -2 derecedeki suyun içinde hipotermi (vücut iç ısısının normal değerlerin altına düşmesi) ile can vermiş, böylelikle Titan'da 1513, Titanic'de 1517 kişi ölmüştü.
Titanic’le ilgili enteresan olaylar elbette ki bunlarla sınırlı değil. Yaşanmış onlarca garip olay daha var, ancak bunların içerisinde özellikle ilgimi çeken bir tanesi var ki anlatmadan geçemeyeceğim;
Amen-ra, M.Ö. 1500 yılında yaşamış Mısır prensesidir. Nil nehri kıyısında gömülmüş olan lahit içindeki mumyasını 1880'lerde dört zengin İngiliz, Luksor'da kazı yaparken bulup İngiltere’ye götürmek üzere satın alırlar. Ardından İngilizler’den birisi çölde kaybolur, diğer ikisi iflas eder, üçüncüsü de Mısır'lı bir işçi tarafından kazayla vurulur.
Fakat mumya yine de bir şekilde İngiltere'ye ulaştırılır. Londra'lı zengin bir iş adamı mumyayı satın alır ama ailesi kazada yaralanıp, evinde yangın çıkınca çareyi onu müzeye (British Museum) bağışlamakta bulur.
Mumya müzeye taşındığı esnada aniden ters dönüp düşünce işçilerden birinin ayağı kırılır, sağlıklı olduğu halde diğer işçi de iki gün sonra ölür. Müzedeki gece bekçileri mumyadan hıçkırık sesleri geldiğini söylerler. Bir bekçi görev başında ölü bulununca, diğer bekçiler korkup işi bırakırlar. Temizlikçiler mumyanın bakımını yapmayı reddederler. Çaresiz kalan yetkililer mecburen onu bodruma indirip sadece lahiti sergilerler.
Müzedeki bu olaylar gazetecilerin kulağına gidince, bir fotoğrafçı mumyanın resmini çeker, resmi bastığında ortaya korkunç bir insan yüzü çıktığını gören adam intihar eder.
Daha sonra mumyayı bir koleksiyoncu satın alır, onun da başına bir takım belalar gelince mumyayı çatı arasına kaldırarak sihirli güçler konusunda uzman olan Madam Helena Blavatsky'i çağırır. Blayatsky, evde çok yoğun kötü güçler hisseder, adam kadından bu şeytani güçleri kovmasını isteyince kadın, “bunu kovmak imkansız, en kısa zamanda ondan kurtul”
der. Ancak on yıl içinde yirmi kişinin ölümüne sebep olan mumyayı hiç bir müze kabul etmez.
En sonunda, Amerikalı arkeolog William T. Stead yüklü miktarda para verip mumyayı satın alır ve gemiyle İngiltere'den, New York'a götürmek ister. Fakat, kötü şöhreti yüzünden mumyayı gemiye almazlar diye çekindiğinden, onu otomobilinin altına yaptırdığı gizli bölmeye saklayıp arabayla birlikte geminin kargo bölümüne koydurur.
.
Bu geminin adı Titanic’tir.
Siz buna ister kehanet deyin, ister tesadüf, ister başka bir şey.
Adı her neyse, saklandığı yerden bazen Nostradamus’un dörtlüklerini, bazen de Robertson’un düşünsel zenginliğini kullanarak uyarıyor insanlığı…
|