Topraktan geldik toprağa gideceğiz: çünkü beden toprak! Nasıl yaratıldıysak, nasıl öleceksek yine aynı şekilde (yaratılacağız) dirileceğiz.
Nadasa bırakılmış bedenimizi düşüncelerimizle gübreleyip umutlarımızla suladıkça bereketlenir toprak! Bir de duygu yağmurları..!
İnandığı gibi yaşayamayanların yaşadığı gibi inandıkları gün kopuyor küçük kıyamet! Bu gerçeği bildiğim için hiçbir zaman (inandığım gibi yaşayamasam bile) yaşadığım gibi inanmadım.
Mutluluğu parada/pulda, mevki ve makamda, şan ve şöhrette ve şehvet bataklığında aramaktır insanı ebedi hüsrana mahkûm eden!
Duyguların esiri/kölesi olmak da insanı fıtratından uzaklaştırır. Duygular kontrol edilmeli ve irade hakimiyeti ile yaratıcının buyrukları ile beslenmelidir. Aynı zamanda teslimiyet..! Duygu özgürlüğü önünde savrulan beden ve ruh, insanı her geçen gün biraz daha ateşe yaklaştırır. Ateş ise yakar, kavurur..!
Hasat zamanı geldiğinde ektiklerimizi nasıl olsa biçeceğiz. O halde kısacık ömrümüzde neden dünyamızı cehenneme çeviriyoruz. Cenneti ve cehennemi hafife almak kadar insanı hüsrana götüren bir şey olamaz!
Allah ile pazarlık yapılır mı?! Bence yapılır. Hem de (halk ağzıyla) bal gibi yapılır. O halde Yüce Yaratıcı ile ticaret yapmaya ne dersiniz! Bence en güzel ticaret Yüce Yaratan ile olur! Yapacağımız tek şey dünyayı ahret karşılığında Yüce Yaratana satmak!
İnançlarımızın gölgesinde yaşayacak bir sistem geliştirmeliyiz. Kendimize bir yol haritası çizmeliyiz. Gerçi iki yol var: Hak ve Batıl. İkisinden birini seçiyor insan! Peki, Hak mı Batıl mı diye nasıl anlayacağız. Bunun içinde Rabbani bir Turnusol Kağıt gerek!
Sanatçı ruhuyla ruhumuzun portresini çizebildiğimiz gün ruh ve beden özgürdür! Yüreğimizin derinliğine yazmalıyız ebedi umuda (kurtuluşa) giden şiirimizi… …ki kendimize tapınmadan..!
İnançlarımızın yoz bahçesinde bizi tarumar eden ayrık otlarını toplamalıyız… Tutmalıyız Tanrıya giden ipten! Hem de çok iyi tutmalıyız. Asılmalıyız… Sürekli asılmalıyız… Ki yükselmek gerek Tanrıya…
Tanrı buyrukları ile yükselebiliriz ancak. Bu buyruklardan ne kadar haberdarız ki?! Aslında haberdar olabildiğimiz kadar demek geçiyor içimden…
Bildiklerimizden sorumluyuz. Bilmediklerimizi de öğrenip tatbik etmek şartıyla tanrı ile pazarlık yapmaktan çekinmemeliyiz. Ve korkmamalıyız pazarlık yapmaktan. Aslında pazarlıksız teslimiyet en iyisi diyorum da bunu kaç kişi yapabilir?!
Şansızlıklarımızla yüzleştiğimiz zaman anlıyoruz neler kaybettiğimizi. Yaşamın talihli yolunu tarihe çevirdiğimiz anda başlıyor kurtuluş! Gerçi ‘kurtuluş’ soyut olarak bilinse de somut halinde sırıtıyor zaten kutlu buyruğun yalın/net mesajlarında…
Kendisini kurtaramayanın başkasını kurtarmasını nasıl beklersiniz?! Kendi elimizdeki kurtuluş reçetesini tatbik edebiliyor muyuz yaşamımıza. Tek düze monotonluktan kurtuluş ‘kurtuluş’ umudu ile tanrıya koşmanın vermiş olduğu zevki ah bir tadabilseniz?!
İnsan Melek değildir. Mutlaka vardır bir kusuru. Kusursuz insan yok ki?! Kusuru olsa bile insanın yüzüne söylenmez?! Edep örtmektir! Kişinin ayıbını yüzüne söylemeyin, örtün ki Yüce Yaratıcı da sizin ayıbınızı (af ile) örtsün..!
Sınırın ötesindeki tevazu da bize yakışmaz. Çünkü sınırın ötesindeki tevazu kibirdir! Yüce Yaratıcı kibirli olanları sevmez! Biz yakışanı yapmaktır en doğrusu olan. Bize yakışan davranışlar sergileyebilmektir asıl olan!
Kutlu buyrukların gölgesinde dinlenerek amaca gitmek kadar güzel bir şey var mıdır?!
Yazımın başında da belirttiğim gibi insanız ve toprağız! Topraktan geldik toprağa gideceğiz Azrail’in pençesinde ve birkaç metrelik kefen içinde..! …vuslat bilinciyle..! Yaratılmışlığın gereğidir kavuşmak..!
|