Yine depreşti bugün içimdeki duygular. Aldı götürdü beni ummana… Adını umut koydum. Zaten umudun adı ‘umut’ değil mi?!
Umut ile nefes alır, umut il nefes veririz. Yaşama yelken açıp ‘hora’ diyerek ‘umut’ ile yol alırız. Çünkü biz yaşarken umudu kuşandık tüm dış etkenlere karşı. Yaşarken umuda sarıldık içimizdeki tüm korkulara karşı. Yaşarken umuda bandık açlığımızı gidermek için! Korunağımızdı, dayanağımızdı, sağanağımızdı umut...
Uykularımızda kötü düşlerden arındıran, korkularımızda yüreğimize su serpen, şarkılarımızda aheste aheste dudaklarımızdan dökülen hep umuttu. Ufkumuzda umut bulutları nasıl da yağmur olup düşerdi yüreğimize… Utkumuzda umut rüzgârları nasıl da savurup-dağıtırdı tüm kötü düşleri… Umuttu bize yaşam sevinci veren… Duygularımızın hallaç pamuğu gibi attığı anlarda öfkelerimizin kabarmaması için umuttu bizi frenleyen…
Nefsimizin dörtnala koştuğu anlarda umuttu bizi dizginleyen. Kâbusa dönüşen düşlerimizin karanlığında tüm korkularımızı aydınlığa çeviren de umuttu. Umut bizim yaşam felsefemizdi..!
Daha analarımızın karnında dış dünyaya tekme atarken umuttu bizi göbek bağı ile yaşama bağlayan! Ne zaman ki bu bağ kopar, işte o zaman hayatın acı gerçeği ile karşı karşıya gelirdik. Göbek bağı umudun simgesiydi, zamanla imgesi oldu şiir gibi hayatın… Öte okyanus, deniz dünya, umut nehir..!
Bu nehirde yıkanmak bir ömrü aldı! Yıkan yıkan hayatın kiri çıkmıyordu. Biz yıkandıkça yaşam yine kirleniyordu!
Umuttu işte bu kirleri alıp götüren... Umut bazen acı, bazen sızı, bazen şarkı oluyordu. İmge yüklü duygular kabardıkça yüreğimizde, umut şarkı olup dökülüyordu dilimizden… Analarımız yine de bırakmazdı sımsıkı tutardı elimizden… Önce ana sütü ile mayhoş olduk, sonra dana sütü ile sarhoş olduk, daha sonra da aslan sütü ile ayyaş olduk..!
Yani, önce tıpış tıpış apaladık, sonra vıcık vıcık yağlandık, daha sonra da her birimiz çıktık er meydanına hayat ile güreşe tutunduk..!
Bazen biz yeniyorduk, bazen hayat..!
Ama hep umudu kuşandığımızda galip geliyorduk. Ha bugün ha yarın dedik hala da güreşiyoruz hayatla… Önce çocuktuk, sonra büyüdük koca koca adamlar olduk, ama analarımızın gözünde bizler hala çocuktuk. Evet, neden diye sormuyoruz ki, umuttu bizi analarımızın gözünde çocuklaştıran… İçimizin yalnızlıklarında (ki ıssızlıklarında) ve dışımızın mahşeri kalabalığında hep umuttu bizi ayakta tutan. Ki ele-güne karşı başımızı dik tutan da umuttu..!
Denize düşen yılana sarılır diye söz var ya hani, işte biz de düştükçe denize hep umuda sarıldık. Kışın o soğuk ayarlarında dahi hep umuda sarılıp-yatardık. Isınırdı hem içimiz hem dışımız. Umut yatağımız, yorganımız, ana kucağı gibiydi: hep ısıttı ve halâ da ısıtıyor…
Kötülerin şerrinden ve nazarından hep umuda sığındık! Demiştik ya, umut sığınağımızdı..!
Her yanımız umutla çevrilse (altımız-üstümüz, arkamız önümüz, sağımız-solumuz) yani her yanımız diyorum umutla kuşatılsa ve gökkuşağı gibi sarıp-sarmalasa umut bizi, yarınlarımız da hiç olur mu umutsuzluk ve düş kırıklığı?! Dişimiz kırılsa dahi umutla koşarız dişçiye..!
İçimiz kırıldığında yine umut yetişir imdadımıza! Diş-tırnak az mı çırpındık umut diye..!
Umutsuzluklara kördüğüm atıp umudu serdik altımıza… Boylu-boyunca uzandık ve az mı keyf çattık umutla..!
Çünkü, umut bizim her şeyimizdi. Aşımız ve tacımız gibiydi umut bizim! Karanlık gecelerimizde gökteki yıldızlar gibi göz kırpardı bize umut… Kış aylarında güneş gibi eritirdi içimizdeki buz tutmuş duygularımızı…
Aşka, mutluluğa, tüm sevinçlere her zaman bir kapı açardı umut…
İçimize açıldığımızda umut, dışımıza açıldığımızda umut, derinlere daldığımızda yine umut..!
Umut bizim tek tutanağımız, tek dayanağımız ve tek ana kaynağımızdı..!
Umuttu bizi yaşama/hayata bağlayan…
|