Yoğun bir hafta sonunun ardından, yeni haftanın ilk gününe uyanıyorum. “Pazartesi Sendromu” yaşamadım hiç; öylesi psikolojik takıntılarım da yoktur. Fakat, oldum olası kasvetli bulduğum Ankara atmosferini, bu sabah pencereden baktığımda, sessiz ve sakin çiseleyen yağmur altında kaderine boyun eğmiş bir ırgat tavrında gözlemledim nedense?..
Perdeyi aralamamla, gördüklerimin iç dünyama yansıması böyleydi…
Hayli bir zaman sonrasında, yüreğimdeki keman sesini fark ettim; içimi acıtan…
Sabah mahmurluğunda tenimi ısıran hafif serinliği bile hissetmiyorum; ne garip?..
Günün hangi saatindeyim bilmiyorum. Ne kadar zamandır penceredeyim? Onu da…
kalktığımda saat kaçtı acaba?..
Kafamdan geçen çeşitli, düzensiz ve davetsiz düşüncelerimi cam masanın üzerindeki tozları silercesine sildim beynimden. Yüreğimdeki keman sesiyle baş başa kalmıştım. Dayanılmaz nağmelerde iç titreten yüreğimin, görüntüden ses algılayıp titreyişi, tüm hücrelerimi ürpertti birden. Gerçeklik içinde düş görmenin, ilginç bir biçimi miydi bu? Yanıt aramaktan da vazgeçip, olanca hızımla bahçeye attım kendimi…
İlk serin nefeste mentollendi yüreğim; keman sesini de bastırırken az biraz…
Olanca pervasızlığımla, Ankara’nın bu kasvetli atmosferinde gerindim. Nefes almakta zorlandığımı duyumsadım sonrasında. Birkaç hafif öksürmem de çare olmadı, bu sıkboğaz duygularla boğuşmama…
Sigaraya sarıldım, şuursuzca… İlk fırt çekişin tadı, uzak diyarların kimsesizliğinde tanıdık bir yüzle karşılaşmanın verdiği sevince benzese de; sigaram küle döndükçe bir yanılsama içinde olduğumu duyumsuyorum. Bu duyumsama kendini netleştirdikçe, yüreğimdeki keman sesinin daha bir acı inlediğini fark ediyorum…
Kaç gündür palyaçonun gülümseyen yüzüne benzer parçalı bulutlu da olsa, güneşli günleri mi özledim?..
Bilemiyorum…
Olanca irade gücümü toplayıp, içeri atıyorum bezgin bedenimi. Bahçeye açılan demir kapının asma kilidinin “tık” sesiyle, içimdeki özlem ve hüzün harmanından sıyırmaya çabalıyorum kendimi. Kahvaltı masasına oturuyorum. Simitçinin uzaktan gelen anlamsız bağırtısı takılıyor kulaklarıma. Üst kattaki komşumuzun ayak tıkırtılarına kulak kabartıyorum…
Yıllar öncesinde karaladığım bir şiir dolanıyor dilime; mırıldanmaya başlıyorum:
AYSBERGİ TANIYAMAMAK
İki omzum da iki nur topu
Alır beni havalara götürür
Bir Haziran’da öldüm
Bir de Ağustos’ta vurdular beni
Derin ve boş bakışlarla bağlandı elim
Sorumluluğumla da dilim
Ne Einstein’la yarışıyorum
Ne Kristof Kolomb’a rakibim
İki omzum da iki nur topu
Alır beni havalara götürür
Atomun ne olduğunu söktüm amma,
Aysbergi tanıyamamak öldürür.
*
Ne çetin hesaplarla boğuştum
Ejderhalar ejderhası vız geldi bana
Yağlı kurşunlarla bile gıdıklandım azıcık
Buzhanelerinde terledim dertlerin; inadına...
Deve dikenlerine su verdim, gül açtılar
Güneşi perçinledim akşamlara
Bilirim içimdeki maymun beni güldürür
Bilirim Haziran’da öldüğümü
Bir de Ağustos’ta vurdular beni
Aysbergi tanıyamamak öldürür.
*
Ne çınar dibi isterim canlar, serin ve koyak
Kır çiçekleri, kekik kokuları olmasa da ne gam
Halı gibi yeşil çimenlere de uzak
Olabilirim inanın...
Hazırım randevumda sürprizlere
Unutmayın !..
Derinlere bırakın beni; derinlere…
Ne aç kediler erişebilsin
Ne de Ağustos ateşi ...
Yaşamışım aşklarımı bitirim
Güldür, güldür
Ve de tertemiz
Bilirim Haziran’da öldüğümü
Bir de Ağustos’ta vurdular beni,
Aysbergi tanıyamamak öldürür.
*
Güç aldım ulu dağların pınarlarından
Sabah serinliğinde buldum mutluluğumu
Karanfiller sürdüm namluma, nişan almadan
Oysa,
Mars’a gidip geleli çok oldu
Kıs, kıs gülerim insanlığa, kimse bilmez
Umudum sürgün verdirir,
Çürümüş kütüğe
Meyveye dururlar taş kayalar da
Sırtımda bıçak yarası beni küstürür.
Ve Haziran’da bilirim öldüğümü
Bir de Ağustos’ta vurdular beni
Aysbergi tanıyamamak öldürür.
(ANKARA, Ağustos-1998)
Efece haber Gazetesi – 11 Şubat 2013 Pazartesi – Süleyman Duman
|