Bugün, içimde bir boşluk duygusuyla uyandım. Önce boşlukta dolandırdım gözlerimi; ardından, olanca tembelliğimle yan dönüp düşündüm yatağımda…
Yok yok; bu doğru değil. Buna “düşünmek” denilemez. Dense dense; “beyni boşa (rölantiye) almak” denir herhalde. İşte böyle İki Gözüm, Güneşim, Gün Işığım…
Bir süre yan dönmüş durumda tembellik ettim. Beynim avara kasnak gibi tur attıysa da düş dünyamın içinde, senin uzaklarda olduğunu biliyor olmaktan olsa gerek, içimdeki boşluğun birden “sensizlik” olduğunu fark ettim. Hüznün üzerime olanca çullanmışlığıyla, “sensizlik” esir aldı tüm benliğimi. Prangalı bir mahkûmdan farksız hissettim kendimi ve kendime bunu yakıştıramadım…
Pire çevikliğinde fırladım yataktan; avuçlarımla suratıma çarptığım soğuk suyun etkisiyle şarj oldu bedenim. Aynı tempoda giyinmiştim bile. Mutfak masasına oturduğumla kalktığım arada geçirdiğim zamanı anımsamıyorum. Bildiğim; kendimi sokakta bulduğumdur…
Ağır adımlarla hedefsiz ilerledim bir süre. Sigaramın yoldaşlığında süren yolculuğumun ilk molası Metro Durağı idi…
Merdivenlerden çıkanlardan, birçok kişiyi sana benzettim; içim bir hoş oldu ilk anlarda. Ardından, vadiden tırmanan sis bulutu gibi, içimdeki boşluğu doldurdu hüznün. Girdiğim kompartımanın bir koltuğuna bıraktım bedenimi; yorgun, çaresiz ve şekilsiz bir umutla. Sanki unutulmuş, sahipsiz bir çantadan farksızdım…
Seni görememenin beynimde yarattığı duygu, iflah olmaz bir körlüğün ocağına düşmüşlüktü yalnızca. El yordamıyla indim bir durakta; boğulmamak, bir nebze nefes alıp sana ulaşabilme çabamda güç toplayabilmek için. Toplayabildim mi? Bundan emin değilim…
Rüzgâr sürüklerken, akarsuya kapılan bir gazel gibi, metrodan çıkıp kalabalıklar arasına bıraktım bedenimi. Beynimde hayalin, dilimde bir hüzünlü şarkının ritmiyle ne kadar zaman, nereleri, nasıl dolaştığımı hiç sorma; anımsamıyorum çünkü…
Yataktan kalkışımı, evden çıkışımı, dolaşmalarımı anımsadım da; kendimi, ateşlenmiş bir havai fişekten farksız hissettim bir an. Güldüm kendi kendime…
“Deliriyor muyum?..” diye geçirdim aklımdan; bastım kahkahayı…
Bir parkta banka oturup bir sigara daha tellendirdim ister istemez. Yaşadığım duyguyu tanımlamada zorlandım bir süre. Oysa kelimelerle bunca haşır neşir olmuş ben, “kendi söküğünü dikemeyen terzi” gibiydim şimdi…
Evet; göremeyeceğimi bile bile, seni arayan gözlerimin bütün bedenimi itelemesiydi sokaklara sabah sabah, bu yaşadığım. Duygularımın, nafile isyanlarından biriydi işte…
Kavuşacağımı bile bile, kavuşamama ihtimalini dayatıyordu beynimin bir köşesi; bunalıyorum. Ayağa fırladığım gibi yürümeye başlıyorum yeniden…
Özlüyorum seni; evet, evet, evet…
Gerçek bu…
Duyduğum özlem, çektiğim hasret ile orantılı değil ya; isyanım onadır sanıyorum…
İrademin cılız, duygularımın kontrolsüz oluşuna kızıyorum. Kızıyorum, zamansız ayrılıkların hoyratlığına…
Özgürlüğün niteliği ile arzuların gerçekleştirilme oranı arasındaki ilişkiyi sorgulamaya başlıyorum bu kez. Gülen yüzün geziniyor düşümde birden; “Delisin sen…” diyorsun hafif tebessüm ederek…
“Evet!.. Deliyim!.. Ne olmuş yani?..” diyorum kendi kendime bağırarak…
Sağımdan, solumdan hızla geçen birkaç kişi, kafalarını bana çevirip biraz merak, biraz da acıma duygusuyla mırıldanıyorlar; “Yazık… Allah acil şifalar versin…” diyerek…
Yoksa, sen de mi gülüyorsun?..
Gülme de dön artık…
Efece Haber Gazetesi / 20 Mayıs 2013 Pazartesi – Süleyman Duman
|